Michael Parenti'nin [1] “Kara Gömlekliler ve Kızıllar” (“Blackshirts & Reds”) kitabının üçüncü bölümü sık sık “Sol Antikomünizm: En Zalim Hançer Darbesi” [2] adıyla tek başına bir makale şeklinde yayınlanmıştır. Her ne kadar bu bölüm bir yazı olarak kendi ayakları üzerinde durabilse de ve onun bu kadar yaygın bir şekilde elden ele dolaşması bizi sevindirse de, kitabın üçüncü bölümünün ardından gelen dördüncü bölümle birlikte okunmaması bence büyük bir eksikliktir.
“Sol Antikomünizm” bölümünde Parenti genel olarak kendini “solcu” olarak tanımlayan çevrelerin Sovyetler Birliği'ne karşı takındıkları yüzeysel ve oportünist söylemi eleştirmektedir. Böylece, bir yandan “gözünü iktidar hırsı bürümüş diktatör” mitlerini ve klişelerini yerle bir ederken, bir yandan da şu çok önemli soruyu okuyucunun aklına getirmektedir: sosyalizmin yenilgisinin nedeni ihanet değilse, nedir? Kitabın dördüncü bölümü, “Harikalar Diyarında Komünizm”, Batılı “solcular” arasında daha da nadir gördüğümüz bir işe kalkışmaktadır: Sovyetler Birliği ve Küba'daki sosyalizmin temel sorunlarını sempati ile tanımlamakta, kavramları Raul Castro ve Doğu Alman devlet adamları gibi birincil kaynaklara dayanarak açıklamaktadır. İkisi bir arada okunduğunda, kitabın bu iki bölümü komünist bloğun tarihini ve dünyanın farklı yerlerinde ona karşı takılan tutumları çok daha kapsamlı bir şekilde ortaya koymaktadır.
Her ne kadar Parenti Çin'in revizyonist olduğu ve “sözde komünist önderler” tarafından yönetildiği safsatasını düşüncesizce tekrarlasa da [3] — ki kendisinin Noam Chomsky'i Sovyetler Birliği konusunda eleştirmesinin nedeni tam da bu yaklaşımdır—yorumları Çinli sosyalistlerin kurdukları karma ekonomik düzen ile son kırk yıldır başarıyla aşmakta oldukları sorunlara ışık tutmaktadır. [4]
Sonuç olarak, Michael Parenti'nin komünist ülkelerin tarihleri hakkında yazdığı özet sıradışıdır, çünkü bu ülkeleri başkalarının yaptığı gibi hiçbir ayrım gözetmeden, aşağılarcasına kınamamıştır. Geçmişteki çabaların ardındaki iyi niyeti ve kahramanlığı, kimsenin önceden görmediği ve göremeyeceği sorunlarla nasıl mücadele edildiğini ön plana çıkarmaktadır. Böylece bize de hepimizin katkıda bulunabileceğini, geçmişin bilgisiyle benzersiz atılımlar yapabileceğimizi ve ileride daha kalıcı zaferler kazanacağımızı hatırlatmaktadır. — Roderic Day
İçindekiler
Sol Antikomünizm
Amerika Birleşik Devletleri'nde yüz yıldan fazladır egemen çıkarlar yorulmaksızın halk arasında antikomünizmi öyle körüklemiştir ki bu yaklaşım siyasi bir analiz olmaktan çıkıp dini dogma şeklini almıştır. Soğuk savaş sırasında antikomünist ideolojik çerçeve komünist toplumlar hakkındaki herhangi bir veriyi o toplumlara karşıt bir kanıta dönüştürebiliyordu. Örneğin Sovyetler herhangi bir konuda müzakereye yanaşmıyorlarsa, bu onların küstahlığına ve barış karşıtlığına yoruluyordu; eğer taviz vermeye açık görünüyorlarsa, bu sadece bizi kandırmak için yaptıkları ustaca bir numaraydı. Silahsızlanma önerilerine karşı çıkarlarsa, saldırgan niyetleri ortaya çıktı deniyordu; ancak aslında olduğu gibi çoğu silahsızlanma anlaşmalarını destekliyorlarsa, bunu sadece iki yüzlü bir şekilde, manipüle etme amacıyla yapıyorlardı. Eğer SSCB'de kiliseler boşsa, bu dini inançların devlet tarafından bastırıldığının kanıtıydı; eğer aksine insanlar kiliseye gidiyorsa, bu da halkın Sovyet rejiminin ateist ideolojisini reddetiği demek oluyordu. Eğer işçiler grev yapıyorsa (bu ara sıra görülen bir olguydu), bu onların kolektivist sisteme yabancılaştığı anlamına geliyordu; eğer grev yoksa, bunun nedeni işçilerin korkuyla sindirilmesi, özgürlüklerinin ellerinden alınmasıydı. Günlük tüketim mallarının eksikliğine ekonomik sistemin başarısızlığının kanıtı deniyordu; refah seviyesinin artışı ise toplumun önderlerinin huzursuz halkı yatıştırmak ve üzerlerinde daha sıkı bir baskı oluşturmak için kullandığı bir araç diye geçiştiriliyordu.
Eğer komünistler ABD'de işçilerin, yoksulların, Afrikalı-Amerikalıların, kadınların ve başkalarının haklarının kazanılmasında önemli bir rol oynadıysa, bu sadece onların ezilenlerin desteğini toplayıp kendi güçlerini arttırmak için giriştikleri bir kandırmacaydı. Hiçbir güce sahip olmayan grupların hakları için savaşarak nasıl güç elde edilir, kimse de açıklamıyordu. Kısacası, gördüğümüz çürütülmesi olanaksız bir dogmadır ve bu dogma egemen çıkarlar tarafından öylesine yaygın pazarlanmıştır ki siyasi yelpazenin her tarafındaki birçok insan tarafından benimsenmiştir.
Dogmaya Boyun Eğenler
Amerikan solunda birçok kişi sağ kanatı aratmayacak kadar düşmanca ve kaba bir Sovyet düşmanlığı ve kızıl karşıtlığı göstermiştir. Noam Chomsky'e kulak verirsek “halk hareketlerinin sırtına binerek” iktidarı ele geçirmeye çalışan “solcu aydınlar” hemen ardından “halkı şiddetle sindirmişlerdir. … Bunlar kızıl bürokrasinin bir parçası olacak Leninistler olarak yola çıkmışlardır. Ama sonra bu yolla güce erişemeyeceklerini anlayınca çabucak sağın ideologları haline gelmişlerdir. Bunu şimdi [eski] Sovyetler Birliği'nde görüyoruz. İki yıl önce komünist haydutlar olan herifler şimdi banka yöneticisi olmuşlar, coşkuyla serbest pazarı savunuyorlar ve Amerikalıları övüyorlar.” [5]
Chomsky'nin kullandığı imgelem, onun başka konularda sık sık eleştirdiği Amerika'nın şirketleşmiş siyasi kültürüne çok şey borçludur. Onun anlayışına göre devrime bir “komünist haydut” çetesi ihanet etmiştir ve iktidara gelmelerinin nedeni halkın açlığına son vermek değil, kendi gözlerini bürüyen iktidar hırsıdır. Halbuki komünistler “çabucak” sağ kanada çark etmemiş, Sovyet sosyalizmini yaşatmak için yetmiş yılı aşan bir süre boyunca benzersiz toplu saldırılara göğüs germişlerdir. Evet, Sovyetler Birliği'nin son günlerinde Boris Yeltsin gibi bazıları kapitalist saflara geçmiştir ama bir sürü insan da kendi yaşamlarından büyük bedeller ödeyerek serbest pazarın taaruzlarına direnmeye devam etmiş, hatta bir çoğu da Yeltsin'in 1993'te Rus parlamentosunu şiddetle bastırdığı operasyon sırasında hayatını kaybetmiştir.
Bazı solcular ve başkaları kolaylıkla bu eski klişeye, yani kızılların gözünü iktidar hırsı bürüdüğü ve toplumsal sorunları aslında önemsemeden, sadece kişisel güç elde etmek için iktidar peşinde koştukları fikirlerine kapılırlar. Eğer bu doğruysa, neden bu kızıllar dünyanın birbirinden çok farklı ülkelerinde, güçlü olana hizmet ederek rahat yaşamaktansa, büyük riskler alarak ve fedakarlıklarda bulunarak yoksul ve güçsüz insanların tarafında yer almıştır, diye insan merak ediyor.
Onyıllar boyunca ABD'de birçok sol eğilimli yazar ve konuşmacı güvenilir olduklarını göstermek için antikomünist ve Sovyet karşıtı dogmaya boyun eğme ihtiyacı duymuştur. Hangi siyasi konu üzerine bir konuşma, makale ya da kitap eleştirisi olursa olsun, kızıllara bir darbe vurmadan yorum yapmak anlaşılan olanaksızdır. Burada amaç hep Marksist-Leninist solla aralarına mesafe koymak olmuştur, hala da öyledir.
Liberal yazar ve yayıncı Adam Hochschild komünist toplumları yeterince eleştirmeyen solcuları “inandırıcılığınız zayıflamaktadır” diye uyarmaktadır. [6] Başka bir deyişle, meğer soğuk savaş karşıtı olan bizler, inandırıcılığımızı korumak için soğuk savaşın bir parçası olarak komünist toplumları kınamak zorundaymışız. Ronald Radosh, barış hareketi komünist olmakla suçlanmasın diye, savaş karşıtı grupların komünistleri kapı dışarı etmelerini salık vermiştir. [7] Eğer Radosh'u doğru anladıysam: kendimizi antikomünist cadı avlarından kurtarmak için biz de cadı avcısına dönüşmeliyiz.
Komünistleri sol oluşumlardan atmak uzun süredir uygulanan ve bu yüzden de çeşitli ilerici, halkçı davalara zarar veren bir yaklaşımdır. Örneğin, 1949 yılında 12 sendika önder kadroları arasında komünistler olduğu için CIO'dan [8] atılmıştır. Bu mıntıka temizliği nedeniyle CIO hem 1.7 milyon üyesini kaybetmiş, hem de siyasi nüfuzunu ve yeni üyeleri çekebilme yetisini zayıflatmıştır. Başka bir sözde ilerici örgüt, Americans for Democratic Action (ADA), [9] kızıl olarak “karalanmamak” için 1940'lı yılların sonunda ülkenin en azılı antikomünist gruplarından biri olmuştur.
Bu strateji başarısız olmuştur. ADA'nın ve diğer sol örgütlerin yaptıkları her şeye rağmen sağ kanat onlara gene de komünist ya da sempatizan diye saldırmaktan geri kalmamıştır. Eskiden olduğu gibi şimdi de solda olan birçok kişi şunu anlamamaktadır: toplumun ayrıcalıktan yoksun kesimleri yararına toplumsal değişim için mücadele eden herkes, komünist olsalar da, olmasalar da muhafazakar seçkinler tarafından komünizmle suçlanacaktır. Egemen çıkarların nezdinde zenginliklerine ve güçlerine tehdit oluşturanların “komünist bozguncular” ya da “sadık vatandaş liberaller” olması neredeyse hiç fark etmez. Bütün muhalifler aşağı yukarı aynı derecede karalanıp, aynı kefeye konurlar.
Sağ kanadı eleştirirken bile solcu yorumcular antikomünisliklerini göstermeden duramazlar. Böylece, Mark Green ABD başkanı Ronald Reagan'ı eleştirirken şöyle yazar: “muhafazakar dogmasını çürüten bir durumla karşı karşıya kaldığında, [Reagan] tıpkı kaşarlanmış bir Marksist-Leninist gibi kendi fikirlerini değil, bulguları değiştirmektedir.” [10] Her ne kadar “hem sağdaki hem soldaki” dogmatizme karşı çıkıyoruz deseler de, böylece otomatik olarak egemen değerlere boyun eğenler aslında sadece antikomünist dogmayı desteklemektedirler. Komünist düşmanlığı yapan solcular bu şekilde günümüzde ilerici, hatta liberal politikaları bile savunmayı zorlaştıran düşmanca ortama çanak tutmuşlardır ve ABD önderlerinin serbestçe komünist ülkelere karşı bir dizi sıcak ve soğuk savaşlar açmalarına ön ayak olmuşlardır.
Solcu rolü yapan komünist düşmanlarına klasik bir örnek olarak George Orwell'i [11] verebiliriz. İkinci Dünya Savaşı tüm hızıyla sürerken ve Sovyetler Birliği Stalingrad şehrinde Nazi işgalcileri püskürtmek için canını dişine takmış savaşırken, Orwell “entelektüel dürüstlüğün belirleyici göstergesi Rusya'yı ve Stalin'i eleştirmektir. Edebiyatla uğraşan bir aydın için gerçekten tehlikeli olan tek duruş budur.” [12] diye buyurmuştur. Hastalık derecesinde antikomünist İngiliz toplumunun bir üyesi olarak rahat rahat yaşayan Orwell (tam da Orwellci bir çiftdüşün örneği göstererek) komünizmi kınamayı insanı yalnız bıraktıran, cesurca bir meydan okuma olarak tanımlamaktadır. Bugün onun ideolojik halefleri de aynı tutumu sürdürmekte ve kendilerine hayali Marksist-Leninist-Stalinist güruhlara karşı mücadele veren korkusuz dürüst solcular olarak çeki düzen vermektedirler.
Amerikan solunda Sovyetler Birliği'nin mantıklı bir değerlendirmesi tamamen eksiktir. Bu ülke 1917 Devrimi'nden sonraki ilk yıllarda uzun bir iç savaş yaşamış ve birden çok yabancı devletin işgaline maruz kalmıştır. Yirmi yıl sonra çok büyük bedeller ödeyerek Nazi Almanyası'nı püskürtmüş ve yoketmiştir. Bolşevik devriminin ardından gelen otuz yılda Sovyetlerin yakaladığı sınai ve ekonomik kalkınma, kapitalizmin yüz yılda yaptıklarına eş değerdir. Üstelik bunu kapitalist sanayiciler gibi çocuklarını (geçmişte ve günümüzde hala olduğu gibi) günde ondört saat çalıştırarak değil, onları besleyerek ve okullarda okutarak başarmışlardır. Ayrıca Sovyetler Birliği, Bulgaristan, Demokratik Alman Cumhuriyeti (yani Doğu Almanya) ve Küba ile birlike dünyanın her tarafındaki ulusal kurtuluş hareketlerine hayati destek sağlamıştır; bunların arasında Güney Afrika'da Nelson Mandela'nın Afrika Ulusal Kongresi de vardır.
Sol antikomünistler önceden çok yoksul olan halkların komünizm sayesinde elde ettikleri çok büyük kazançlardan hiç te etkilenmemişlerdir. Bazıları bu kazançları açık açık küçümsemektedir. Hatırlıyorum, 1971'de Vermont eyaletinin Burlington kentinde ünlü antikomünist anarşist Murray Bookchin benim “komünizm sayesinde karnı doyan zavallı küçük çocuklar” (kendi sözleridir) için duyduğum endişe ile alay etmiştir.
Yaftalama
Sovyetler Birliği'ne yapılan saldırılara katılmayı reddeden bizler, her ne kadar Stalin'den ve onun otokratik yönetim tarzından hoşlanmasak ta, güncel Sovyet toplumunun ciddi sorunları olduğuna inansak ta, sol antikomünistler bizi “Sovyet yalakaları” ve “Stalinistler” diye yaftalamıştır. [13] Halbuki asıl suçumuz birçok solcunun aksine ABD medyasnının komünist toplumlar hakkında yaydığı propagandayı düşüncesizce yutmamış olmamızdır. Tam tersine bizim duruşumuz, yaygınca bilinen eksiklikleri ve adaletsizlikleri bir yana koyarsak, varolan komünist toplumların korunması gereken bir çok olumlu özelliğinin olduğudur. Bu özellikler sayesinde yüzlerce milyon insanın yaşamları elle tutulur ve insancıl bir şekilde iyileşmiştir. Bu iddiamız herhangi bir komünist toplum (belki Küba hariç) hakkında tek bir olumlu söz söylemeyi bile gözleri yemeyen, söyleyenleri de hiçbir hoşgörü ya da nezaket göstermeden dinlemeyi reddeden antikomünist solcuların rahatını adamakıllı bozmuştur. [14]
Antikomünist dogmayı tamamen özümsedikleri için, çoğu Amerikalı solcu komünizm hakkında herhangi bir olumlu düşünce belirtenlere bir çeşit soldan McCarthy'ci baskı uygulayarak onları konferanslardan, örgüt yönetimlerinden, siyasi oluşumlardan ve sol yayınlardan men etmiştir. Tıpkı muhafazakarlar gibi, antikomünist solcular da Sovyetler Birliği'ni kayıtsız koşulsuz kınamayan her siyasi duruşu Stalinist bir canavarlık ya da Leninist bir ahlaki çöküş olarak ele almıştır. [15]
Amerikalı birçok solcu, Lenin'in yazıları ve siyasi icraatı hakkında çok az bilgi sahibi olsa da, bu bilgisizlik onları başkalarını “Leninist” diye yaftalamaktan alıkoymamıştır. İş antikomünist karikatürlere gelince bitmez tükenmez bir kaynak gibi işleyen Noam Chomsky, Leninizm hakkında şu yorumu yumurtlamıştır: “Batılı ve Üçüncü Dünya entelektüelleri Bolşevik karşı devrimini [kendi sözleridir -M.P.] çekici bulur, çünkü Leninizm bir doktrin olarak radikal entelijansa devlet iktidarını ele geçirip ülkelerini zor kullanarak yönetme hakkını tanımaktadır. Bu fikir de birçok entelektüelin hoşuna gider.” [16] Burada Chomsky gözünü iktidar hırsı bürümüş Leninistler karikatürüne ek olarak, aynı derecede hırslı entelektüelleri bir imge olarak ortaya atmaktadır. Kızıl düşmanlığına gelince, solun en iyi ve parlak düşünürleri olarak addedilen kişilerden bazılarının, en kötü sağcılardan bir farkı yoktur.
1996'da Oklahoma City'de bir terörist bombalı saldırı olduğunda radyoda birisinin şu tepkiyi verdiğini duydum: “Lenin, terörün amacı terörize etmektir, demişti.” ABD'de başka yorumcular da medyada benzer şekilde Lenin'in sözlerini çarpıtmıştır. Aslında bu sözü terörizmi takdir etmediğini göstermek için söylemiştir. Lenin bağımsız terör eylemlerine sonuçta sadece halk arasında dehşet yarattığı, devlet baskılarını kolaylaştırdığı ve halkı devrimci hareketten soğuttuğu için karşı çıkmıştır. Totaliter ve küçük bir azınlık ile komplolar kuran bir adam olmadığı gibi, aksine Lenin geniş koalisyonlar kurulmasını ve farklı siyasi gelişim aşamalarında olan halk kitlelerini içeren büyük örgütlenmelere gidilmesini salık vermiştir. Sınıf mücadelesini ilerletmek için ne gibi çeşitli yöntemlere başvurulması gerekiyorsa kullanılmasını savunmuştur, bunlara parlamento seçimlerinde ve mevcut sendikalarda baş göstermek te dahildir. Hiç şüphesiz, işçi sınıfı, tıpkı herhangi bir topluluk gibi, devrim mücadelesinde başarılı olmak için örgütlenmeye ve önderliğe ihtiyaç duymaktadır, öncü kadro görevi gören siyasi partinin işlevi de budur. Ama bu, proleter devriminin darbeciler ya da teröristler tarafından gerçekleştirileceği anlamına gelmez.
Lenin yaşamı boyunca hiç durmaksızın bir yanda liberal burjuva oportünizmi, öte yanda maceracı aşırı sol uçlarından kaçınmak için uğraşmıştır. Buna rağmen ana akım gazeteciler ve bazı solcular onu aşırı solda bir darbeci olarak göstermektedir. Lenin'in devrime olan yaklaşımı desteklemeye değer midir ya da günümüzde uygulanması mümkün müdür sorularına ciddi yanıtlar aranmalıdır. Ama bu değerlendirme, bu konuda onun teorisini ve pratiğini tamamen yalan yanlış bir şekilde ele alan kişilerle yapılamaz. [17]
Antikomünist solcular, “komünizmin işlediği suçlar” nedeniyle insanın komünist örgütlerle herhangi bir ilişiğinin olmasını ahlaki açıdan kabul edilemez bulurlar. Ancak kendilerinin çoğu ABD Demokrat Parti'sinin seçmenleri ya da üyesidir ve anlaşılan bu partinin önderlerinin işlediği ahlaki açıdan kabul edilemez siyasi suçlar vicdanlarını hiç te rahatsız etmemektedir. Demokratların iktidarda olduğu çeşitli dönemlerde, 120.000 Japon kökenli Amerikan vatandaşı evlerinden, işlerinden koparılıp toplama kamplarına atılmıştır; Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine atılan atom bombaları çok büyük sayıda masum insanın canına malolmuştur; FBI'ya siyasal örgütlere sızma yetkisi verilmiştir; Smith Yasası [18] aracılığıyla önce Troçkist Sosyalist İşçi Partisi'nin önderleri sonra da Komünist Parti önderleri siyasi görüşleri nedeniyle hapse atılmıştır; olası bir “ulusal acil durumda” siyasi muhalifleri kilit altına almak için toplama kampları kurulmuştur; 1940'lı yılların sonunda ve 1950'lerde sekiz bin federal devlet memuru siyasi görüşleri ve ilişkileri nedeniyle işten atılmış, başka binlerce insan komünist cadı avları nedeniyle kariyerinden olmuştur; Tarafsızlık Yasası [19] kullanılarak İspanya Cumhuriyeti'ne ambargo uygulanmış ve bu iç savaşta Franko'nun faşist lejyonlarının ekmeğine yağ sürmüştür; Vietnam Savaşı bilerek körüklenmiştir. Yarım yüzyılı aşan bir süre boyunca, Demokrat Parti'nin ABD Kongresi'ndeki önderleri ırk ayrımı yapan yasalara payanda olmuş ve linç girişimlerini engellemeyi amaçlayan yasaların, iş yerinde eşitliği sağlamak için teklif edilen yasaların önünü kesmişlerdir. Bir sürü insanın hayatını mahveden ve sona erdiren bütün bu suçlara rağmen, liberaller, sosyal demokratlar ve “demokratik sosyalist” antikomünistler hiçbir şekilde Demokrat Parti'yi ya da onu ortaya çıkaran siyasi düzeni komünist toplumlar gibi amansızca ve kayıtsız koşulsuz eleştirmemizi talep etmemişlerdir.
Saf Sosyalizm ve Kuşatma Sosyalizmi
Bazı Amerikalı solculara kalırsa, Doğu Avrupa'da süre gelen karşı devrimler sosyalizmin için bir yenilgi değildir, çünkü bu ülkelerde hıçbir zaman sosyalizm olmamıştır. Onlara göre komünist devletler sadece bürokratik, tek parti rejimine dayalı bir “devlet kapitalizmi” ya da onun gibi bir şeye erişebilmişlerdir. Eskiden komünist olan ülkelere “sosyalist” diyebilir miyiz, bunu belirleyen şey bu kavramı nasıl tanımladığımızdır. Her ne olursa olsunlar, kâra dayalı kapitalist dünyadan çok farklıydılar—bu gerçek kapitalistlerin de gözünden kaçmamıştır.
Birinicisi, komünist ülkelerde kapitalizme kıyasla ekonomik eşitsizlik daha azdı. Parti ve devlet seçkinlerine tanınan ayrıcalıklar, bağlanan maaşlar ve bu insanların yaşam tarzları Batıdaki şirketlerin genel müdürlerine kıyasla son derece mütevaziydi. Yuri Andropov ve Leonid Brejnev gibi Sovyet devlet başkanları Beyaz Saray gibi son derece lüks döşenmiş malikanelerde değil, Kremlin yakınlarında devlet memurlarına ayrılmış lojmanlarda büyükçe apartman dairelerinde oturuyorlardı. Diğer devlet başkanlarının birçoğu gibi makam arabası olarak kullanılan limuzinleri ve yurtdışından ziyaret eden diplomatları ağırlamak için tahsis edilen büyük yazlık evleri vardı. Ama hiçbiri ABD devlet yöneticilerinin çoğu gibi muazzam kişisel servetlere sahip değildi.
Amerikan basınında Doğu Almanya parti önderlerinin “lüks hayatı” diye sık sık sözü edilen şey, 725 Amerikan dolarına denk gelen bir yıllk ödenek ve Berlin şehrinin biraz dışında bir özel sitedeki lojmandan ibaretti. Burada tüm site sakinlerinin kullanabileceği bir sauna, kapalı yüzme havuzu ve spor salonu vardı. Ayrıca muz, kot pantolon ve Japon malı elektronik ürünleri gibi Batıdan gelen malların satıldığı dükkanlarda alışveriş yapabiliyorlardı. Ancak Amerikan basını sıradan Doğu Alman vatandaşlarının da halka açık yüzme havuzları ve spor salonlarına gidebildiklerini ve (ithal malı olmasa da) kot pantolon ve elektronik ürünler alabildiklerini asla yazmıyordu. Hele Doğu Almanya'nın önderlerinin “lüks” tüketimi ile Batılı plütokratların sefahat dolu yaşam tarzını karşılaştırmak akıllarına bile gelmiyordu.
İkincisi, komünist ülkelerde üretim araçları ve üretken güçler sermaye biriktirimi ve özel zenginleşme amacıyla örgütlenmemişti; üretim araçları özel kişilerin elinde değildi, kamuya aitti. Bireyler başka insanları işe alıp onların emeğinden yararlanarak zengin olamıyordu. Yukarıda değindiğimiz gibi, bu ülkelerde toplumun çeşitli katmanları arasındaki gelir ve tasarruf farkları Batı ile kıyaslandığında genelde azdı. Sovyetler Birliği'nde en yüksek gelir grubunun en düşük gelir grubuna oranı yaklaşık beş kattı. ABD'de ise en zengin milyarderlerin yıllık geliri fakir emekçilerin yıllın gelirinin on bin katına yakındır.
Üçüncüsü, komünist ülkelerde öncelik insana yönelik hizmetlere veriliyordu. Her ne kadar bu toplumlardaki yaşamın birçok eksiği olsa da ve verilen hizmetler genelde en yüksek kaliteye erişemese de, komünist devletler yurttaşlarına ekonomik açıdan temel yaşam ve sosyal güvenlik ihtiyaçlarını garanti ediyordu. Bunlara eğitim, istihdam, ev ve sağlık hizmetleri dahildi.
Dördünücüsü, komünist ülkeler diğer ülkelere sermaye ihraç etmek amaçlı bir dış politika gütmüyorlardı. Bu toplumlarda kâr amacı olmadığı ve dolayısıyla devletler de bu dürtü ile hareket etmediği için, sürekli olarak yeni yatırım olanakları bulmak amacıyla zayıf ulusların topraklarına, emeğine, pazarlarına ve doğal kaynaklarına el koymak gibi bir gerek duyulmuyordu. Kısaca söylersek, komünist ülkelerin dış politikasında ekonomik emperyalizme yer yoktu. Sovyetler Birliği'nin Doğu Avrupa ulusları, Moğolistan, Küba ve Hindistan gibi ülkelerle kurduğu ticari ve ekonomik yardımlaşma ilişkileri genelde karşı tarafın yararına işliyordu.
Yukarıda özetlediğimiz temel prensipler aşağı yukarı her komünist sistem için geçerli olmuştur. Ancak bu özelliklerin hiçbirini Honduras, Guatemala, Tayland, Güney Kore, Şili, Endonezya, Zaire, Almanya ya da Birleşik Devletler gibi serbest pazar ülkelerinde göremeyiz.
Ancak bazıları diyorlar ki, gerçek bir sosyalizmde iktidar Leninistlerin, Stalinistlerin, Kastrocuların ya da başka art niyetli, gözünü iktidar hırsı bürümüş, bürokratik ve devrimlere ihanet eden zalim çetelerin elinde değil, doğrudan katılım ile emekçilerin elinde olmalıdır. Ne yazık ki, bu “saf sosyalizm” bakış açısı tarih bilgisinden yoksun ve çürütülmesi imkansız bir tezdir. Doğruluğunu tarihi gerçeklerle etkin bir biçimde sınamamız olanaksızdır, çünkü bu tez bir ideali mükemmellikten uzak gerçeklerle kıyaslamaktardır. Bu tezin hayalindeki sosyalizm ancak bizimkinden çok daha iyi dünyada varolabilir, yani güçlü bir devlet yapısına ve kolluk kuvvetlerine gerek olmayan, emekçilerin ürettiği artı değere toplumu yeniden yapılandırmak ve onu iç sabotajdan ve dış işgallerden korumak için el konulmasının gerekmediği bir dünyada.
Saf sosyalistlerin ideolojik beklentileri pratikte gerçekleşen olgularla kirlenmemiştir. Devrimci bir toplumun sayısız işlevinin nasıl örgütleneceğini, dıştan gelen saldırıların ve içerideki bozguncuların nasıl savuşturulacağını, bürokrasiden nasıl kaçınılacağını, kısıtlı kaynakların nasıl dağıtılacağını, siyasi görüş farkılıklarının nasıl çözümleneceğini, önceliklerin nasıl belirleneceğini ve üretim ve dağıtımın nasıl yapılacağını asla açıklamazlar. Bunların yerine, işçilerin kendi başlarına üretim araçlarına doğrudan sahip olacaklarına ve yaratıcı mücadeleler aracılığıyla kendi çözümlerini keşfedeceklerine dair belli belirsiz sözler söylerler. Öyleyse, saf sosyalistlerin başarıya ulaşan devrimler dışında dünyadaki tüm devrimlere destek vermesine şaşmamalı.
Saf sosyalistlerin düşlediği yeni toplum, yeni insanların yarattığı ve yeni insanlar yaratan bir toplumdur. Öyle temelden dönüşmüş olması gerekir ki, haksızlıklara, yozlaşmaya ve devlet iktidarının kötüye kullanımına yer vermeyecek bir toplum olsun. Bürokrasinin ya da kendine yontan hiziplerin olmadığı, acımasız toplumsal çatışmaların ya da zor kararların görülmediği bir dünya. Ancak gerçek hayat bundan çok farklı ve sert bir biçimde karşılarına dikilince, bazı solcular gerçek olanı yere çalıp, şu ya da bu devrimin kendi ideallerine “ihanet ettiğini” çığırırlar.
Saf sosyalistler sosyalizmi komünistlerin hırçınlığı, iki yüzlülüğü ve iktidar hırsı tarafından kirletilmiş bir ideal olarak görürler. Bu çevreler Sovyet modeline karşı çıkmalarına rağmen başka hangi yollardan geçilebilir, sosyalizm nasıl farklı şekillerde—hayal ürünü olarak değil de, gerçek tarihi deneyimlere dayanarak—daha iyi kurulup yönetilir sorusunu yanıtlamaya çok az yeltenmişlerdir. Tarihin çeşitli yol ayrımlarında açık, çoğulcu, demokratik bir sosyalizm kurmak hiç mümkün olmuş mudur? Siyasi düşünür Carl Shames'e kulak verirsek:
[Sosyalizmi soldan eleştirenler] temel sorunun örneğin dünyadaki bütün bağımsız ekonomileri yok eden ve ulusal egemenlikleri yerle bir eden küresel sermaye değil de, iktidardaki [devrimci] partilerin “doğasında” yattığını nereden biliyorlar? Ve diyelim ki sorun bu, peki bu partilerin “doğası” nereden ortaya çıkmış olabilir? Bu “doğa” toplumun yapısından ve içinde süre geldiği toplumsal ilişkilerden bağımsız, soyutlanmış olabilir mi? … Sosyalist toplumu güvenceye almak ve korumak için iktidarın merkezileştirilmesinin zorunlu hale geldiği durumlara binlerce örnek verebiliriz. Benim [gerçekten var olan komünist toplumlar hakkındaki] gözlemlerime göre “sosyalizmin” olumlu yönleri ve “bürokrasi, otoriter yönetim ve baskının” olumsuz yönleri yaşamın her alanında birbirleriyle karmaş dolaş olmuş bir şekilde bir arada varlıklarını sürdürüyordu. [20]
Saf sosyalistler solun uğradığı her yenilginin suçunu eksiksiz sola atarlar. Ahkam kesmelerinin sonu gelmez. Böylece, hep duyarız ki devrimci mücadelelerin başarısızlığının nedeni önderlerin çok yavaş ya da çok acilci davranması, çok çekingen ya da fazla atılgan olmaları, çok inatçı ya da fazla açık fikirli düşünmeleridir. Derler ki, devrimci önderler ya tavizkârdır ya da maceracı, ya bürokratik ya da oportünist, örgütlenmede ya aşırı katı ya da disiplinsiz, ya antidemokrat ya da önderlikte zayıf. Ama ne olursa olsun önderlerin başarısız olmasının nedeni emekçilerin “doğrudan eylemlerine” güven duymamasıdır. Bundan anlıyoruz ki, ah bir bu eleştiriyi dile getiren solcunun hizbinden bir önder çıksa, emekçilerin aşamayacağı hiçbir engel kalmayacak! Ne yazık ki, böyle yorum yapanlar kendilerinin dahice önderliğini uygulamaya koyup ta kendi ülkelerinde başarılı bir devrimci hareket kuramazlar.
Tony Febbo saf sosyalistlerin bu önderleri suçlama saplantısına şöyle karşılık vermektedir:
Fark ettim ki, Lenin, Mao, Fidel Kastro, Daniel Ortega, [21] Ho Şi Min ve Robert Mugabe [22] gibi birbirinden akıllı, farklı, özverili ve kahraman kişiler—ve onların izinden yürümüş ve onlarla birlikte çarpışmış milyonlarca kahraman insan—eğer siyasi açıdan aşağı yukarı hep aynı noktaya varmışsa, tarihte olup bitenler kimin hangi toplantıda hangi kararı verdiği ile açıklanabilecek olgular değildir. …
Bu önderlerin hiçbiri boşlukta iktidara gelmemiştir. Bir fırtınanın ortasından geçmişlerdir. Ve etraflarını kasıp kavuran o rüzgar, o kasırga, o kuvvet bu dünyayı 900 yıldan fazla bir süredir hırpalamaktadır. Bu durumda suçu şu ya da bu teoriye veya şu ya da bu öndere atmak Marksistlere yakışmayacak derecede basit bir yorumdur. [23]
Tabii kı, saf sosyalistlerin devrimi inşa etmek için hiçbir zaman somut plan yapmadıklarını söyleyemeyiz. Sandinistalar Nikaragua'da Somoza diktatörlüğünü devirdikten sonra o ülkedeki bir aşırı sol örgüt fabrikaların doğrudan işçilerin kontrolüne geçmesi çağrısında bulunmuştur. Silahlı işçiler böylece üretim araçlarına yöneticiler, devlet planlama yetkilileri, bürokratlar ya da düzenli ordu olmaksızın el koyacaktır. Kulağa çok çekici gelse de, bu emekçi sendikacılığı devlet iktidarının zorunluluklarını gözardı etmektedir. İşler böyle yürüseydi, Nikaragua devrimi ülkeye kan kusturan ABD destekli karşıdevrime karşı iki ay bile direnemezdi. Silahlı kuvvetlerini ayakta tutabilecek, güvenliği sağlayabilecek, ulus çapında ekonomik önlemleri ve sosyal hizmetleri kurup yönlendirebilecek kaynakları asla bir araya getiremezdi.
Gayrımerkezileşme mi, Hayatta Kalmak mı
Bir halk devrimi ayakta kalmak için iktidarı ele geçirmeli ve devletin gücünü a) toplumun kurumları ve kaynakları üzerine çöreklenmiş sermayedar sınıfını ortadan kaldırmak ve b) mutlaka gelecek mürteci karşı saldırıyı püskürtmek için kullanmalıdır. Bir devrimin karşılaşacağı iç ve dış tehlikeler, kimsenin hoşuna gitmese de devlet iktidarının merkezileşmesini zorunlu kılmaktadır; bu 1917 Sovyet Rusya'sı için de, 1980 Sandinista Nikaragua'sı için de aynen geçerlidir.
Engels 1872-73 yıllarında anarşistlerin İspanya'nın her tarafında belediyeleri ele geçirdikleri bir ayaklanmadan söz ederken, bize çok önemli bir örnek vermektedir. Başlangıçta durum çok iyi gözükmektedir. Kral tahtını bırakmış, burjuva hükümeti de sayıları sadece birkaç bini bulan, çok az askeri eğitim almış birlikler toplayabilmiştir. Ama herşeye rağmen zaferi bu güruh kazanmıştır, çünkü karşılarındaki isyan tümüyle bölük pörçük ve düzensiz parçalara ayrılmıştır. Engels bu durumu şöyle yazmıştır: “Her kasaba kendini bağımsız bir kanton ilan etmişti ve bir devrimci komite (cunta) kurmuştu. Her kasaba tek başına eylemde bulunmaktaydı ve herkes en önemli olan şeyin başka kasabalarla işbirliği değil, kendilerini başkalarından olabildiğince ayırmak olduğunu belirtiyordu. Böylece burjuva kuvvetlerine karşı toplu bir saldırı gerçekleştirme olanağı ortadan tümüyle kalkmıştı. … Kolluk kuvvetlerinin ardı ardına isyanları bastırmasını sağlayan etmen, devrimci cephenin parçalanması ve üyelerinin birbirinden ayrılmışlığıydı.” [24]
Gayrımerkezileşmiş, yerel özerkliğe dayalı yönetim biçimleri her zaman ayaklanmaların mezarı olmuştur—hiçbir anarko-sendikacı devrimin de başarıya ulaşmamasının nedenlerinden biri de bu olsa gerek. İdeal olarak, toplumun yalnızca emekçilerin doğrudan katılımı ile, en az derecede bürokrasi ile, polise ve silahlı kuvvetlere gerek duymadan kendi kendini yerel seviyede yönetmesi çok iyi olurdu. Sosyalizmin gelişimi ile varılacak nokta büyük olasılıkla bu olabilirdi, tabii eğer sosyalizm karşı devrimci sabotajlar ve saldırılar olmaksızın kendiliğinden yeşerebilme fırsatını bulabilseydi.
Anımsayalım, 1918-1920 yıllarında aralarında Birleşik Devletler'in de olduğu ondört kapitalist ülke devrimci Bolşevik hükümetini devirmek için Sovyetler Birliği'ni işgal etmiştir ve bu girişim çok kan dökülmesine neden olsa da, başarısız olmuştur. Bu düşman işgali ve iç savaş, Bolşeviklerin kuşatma psikolojisini yoğun bir biçimde körükleyerek onları parti içinde katı bir birlik kurmaya ve sert bir iç güvenlik örgütlenmesi oluşturmaya itmiştir. Böylece, bir süre önce parti içi demokrasiyi canla başla destekleyen ve emekçi sendikalarına daha fazla özerklik tanınması için Troçki'ye karşı çıkan Lenin, 1921 Mayıs ayında emekçi muhalefet grubunun [25] ve parti içindeki diğer hiziplerin ortadan kalkması gerektiğini savunuyordu. [26] Kendisine coşkuyla hak veren Onuncu Parti Kongresi delegelerine hevesle şöyle demiştir: “Muhalefete bir son vermenin, artık bu defteri kapatmanın zamanı geldi. Yeterince muhalefet gördük.” Kısacası, komünistler partinin içindeki ve dışındaki açık anlaşmazlıkların ve birbirine karşıt eğilimlerin onları bölünmüş ve zayıf gösterdiğine ve bu yüzden de güçlü düşmanları saldırmaya teşvik ettiğine kanaat getirmişlerdi.
Bundan yalnızca bir ay önce, 1921 Nisanında Lenin partinin merkez komitesinde işçilerin daha fazla temsil edilmesi gerektiğini savunuyordu. Başka bir deyişle, karşı olduğu şey işçiler değil, muhalefetti. Başka her yerde olduğu gibi burada da bir toplumsal devrim kendi siyasi ve maddi yaşamını serbest bir şekilde geliştiremiyordu. [27]
1920'li yılların sonunda, Sovyetlerin önündeki seçenekler a) merkezi yönetimi güçlendirerek güdümlü ekonomiye geçiş, tarım sektörünün zorunlu olarak kolektif hale getirilmesi ve son hızla ülkenin güdümlü, otokratik bir parti yönetimi altında sanayileştirilmesi (ki Stalin bu yolu seçmiştir) ya da b) daha liberal bir yön tutturup, siyasi açıdan daha çok çeşitliliğe yer vermek, emekçi sendikalarına ve diğer örgütlere daha fazla özgürlük sağlamak, daha açık tartışma ve eleştirilere izin vermek, çeşitli Sovyet cumhuriyetlerine daha çok özerklik vermek, özel küçük işletmelerin önünü açmak, köylülerin bağımsız olarak tarımı geliştirmelerini sağlamak ve güçlü bir askeri sanayi oluşturmak için sermaye biriktirmek yerine günlük tüketim mallarının üretimine ağırlık vermekti.
İnanıyorum ki, ikinci seçenek tercih edilseydi ortaya daha rahat, daha konforlu, daha insancıl ve daha dayanıklı bir toplum çıkardı. Eninde sonunda kuşatma sosyalizminin yerini bir emekçi-tüketici sosyalizmi alırdı. Ancak böyle bir ülke Nazilerin saldırısına direnememe riskiyle karşı karşıya kalırdı. Tersine, Sovyetler Birliği baştan aşağı ve engel tanımayan bir sanayileşme sürecine girmiştir. Bu politikadan sık sık Stalin'in halkına ettiği eziyetlerden biri olarak söz edilir. [28] Genel hatlarıyla amaç yaklaşık on yıl gibi bir sürede Ural Dağları'nın doğusunda, çorak steplerin ortasına, Batıdan gelecek bir işgale karşı savunma amacıyla devasa sanayi merkezleri ve Avrupa'nın en büyük demir-çelik tesislerini kurmaktı. “Su gibi para harcanıyor, insanlar donsa, açlık ve acı çekse de inşaatlar tarihte eşi benzeri görülmeyen bir toplu kahramanlıkla ve bireylerin kaderine aldırmaksızın sürüyordu.” [29]
Stalin, İngilizlerin yüz yılda geçirdiği kalkınmaya erişebilmek için Sovyetler Birliği'nin yalnızca on yılı olduğu kehanetinde bulunmuştu ve bunda da haklı çıktı. 1941'de Nazi Almanyası saldırınca, cepheden binerce kilometre uzakta güvenli bir şekilde işleyen o sanayi merkezleri düşmanın püskürtülmesini sağlayan silahları üretti. Bu kurtuluşun bedeli savaş sırasında 22 milyon Sovyet vatandaşının hayatını kaybetmesi ve akıl almaz bir yıkım ve acılar silsilesi olmuştu. Bunun etkilerini Sovyet toplumu bu dönemi izleyen onyıllar boyunca hissedecekti.
Bütün bunlar, Stalin'in aldığı her kararın tarihi açıdan bir gereklilik olduğu anlamına gelmez. Devrimi yaşatmanın zorlukları yüzlerce Eski Bolşevik önderlerin kalpsizce idam edilmesini, devrimin her kazancını büyük önderin kişisel başarısı olarak yansıtan bir kişilik kültünü, parti içindeki siyasetin devlet terörüyle bastırılmasını, sanayileşme ve kolektifleştirme süreçleri konusundaki tartışmaların susturulmasını, entelektüel ve kültürel yaşamın her köşesinin ideolojik olarak denetlenmesini ve “şüpheli” azınlıkların toplu olarak göç etmeye zorlanmasını “kaçınılmaz hale” getirmiyordu.
Başka ülkeler de karşıdevrimci saldırıların dönüştürücü etkisini hissetmiştir. 1986'da Viyana'da tanıştığım bir Sandinista subayı bana Nikaragualıların “savaşçı bir halk olmadıklarını” ama ABD'nin finanse ettiği paralı askerlerin yürüttüğü yıkıcı savaş nedeniyle mücadele etmeyi öğrendiklerini söylemişti. Savaşın ve uygulanan ambargo nedeniyle ülkesinin bir çok toplumsal ve ekonomik girişimini ertelemek zorunda kaldığından yakınıyordu. Nikaragua gibi Mozambik, Angola ve bir sürü başka ülkede ABD'nin donattığı paralı askerler çiftlikleri, köyleri, sağlık ocaklarını ve elektrik santrallerini yok etmiş, binlerce insanı öldürmüş ya da açlığa mahkum etmiştir. Devrim, baş gösterdiği her yerde beşiğinde boğuluyor ya da acımasızca kanı akıtılıyordu. Bu gerçek te, şu ya da bu devrimci uluslardaki muhaliflerin bastırılması kadar göz önünde bulundurulmalıdır.
Birçok solcu entelektüel Sovyetler Birliği'nin ve Doğu Avrupa'nın komünist devletlerinin yıkılışını coşkuyla karşılamışlardır. Onlara göre demokrasinin günü nihayet gelmişti. Halklar komünizmin boyunduruğundan, Amerikan solu da varolan komünizmin prangasından, ya da sol kuramcı Richard Lichtman'ın deyişiyle “hem SSCB şeytanından hem de Komünist Çin ifritinden” [30] kurtulacaktı.
Aksine, kapitalizmin Doğu Avrupa'da yeniden kuruluşu, önceden Sovyetler Birliği'nden yardım gören bir sürü Üçüncü Dünya kurtuluş mücadelesini ciddi bir biçimde zayıflatmış ve dünyanın her tarafında ABD destekli küresel karşıdevrimcilerle el ele işbirliği yapan yeni sağcı iktidarların ortaya çıkmasına ön ayak olmuştur.
Üstelik, komünizmin yıkılışı Batı şirketlerinin çıkarlarıyla orantılı olarak hiçbir sınır tanımayan bir sömürü düzeninin yolunu açmıştır..Artık işçileri Rusya'daki sınıfdaşlarına kıyasla daha iyi yaşadıklarına ikna etmeye gerek yoktur ve eylem alanını kısıtlayan rakip bir sistem kalmamıştır; böylece sermayedar sınıfı ve şirketler emekçilerin Batıda yıllar içinde kazandığı birçok hakkın altını oymaktadır. Nasıl ki serbest pazar en vahşi haliyle Doğuda ortaya çıktıysa, Batıda da aynı şekilde hortlayacaktır. “İnsancıl yüzlü kapitalizm”'in yerini insanları göstere göstere ezen bir kapitalizm almıştır. Richard Levins'in dediği gibi, “İşte dünya kapitalizminin yeni yeni tanık olduğumuz bu saldırganlığı, komünistlerin ve onların müttefiklerinin savuşturduğu tehdidin ta kendisiydi.” [31]
Sol antikomünistler varolan komünist devletlerin Batı kapitalizminin ve emperyalizminin en kötü yanlarını dizginlemekte oynadığı rolü hiç anlamadıkları ve komünizmi sadece katıksız bir kötülük olarak gördükleri için dünyanın başına gelecek kayıpları da hiç öngöremediler. Bazıları hala olup biteni hiç anlamamaktadır.
Harikalar Diyarında Komünizm
Birbirinden farklı komünist ülkeler büyük çaplı ve sistemik sorunlar yaşamışlardır. Her ne kadar Batılı kapitalist güçlerin neden olduğu yıkım ve teşkil ettiği askeri tehdit bu iç sorunları daha da kötüleştirmişse de, birçok zorluğun nedeni sistemin kendisinden kaynaklanıyor gibiydi.
Verimsizliği Körükleyen Etkenler
Tüm komünist ülkeler katı ve güdümlü ekonomileri nedeniyle sıkıntı çekiyordu. [32] Merkezi planlama, kuşatma sosyalizminin erken devrelerinde ulusal sanayiyi kalkındırmak ve Nazi saldırısına direnmek için gerekecek çeliği, buğdayı ve tankları üretmek için yeterli ve hatta gerekliydi. Ama eninde sonunda teknolojik gelişmeleri ve ekonomik büyümeyi engellemiştir ve yeterince geniş bir yelpazede farklı tüketim malları ve hizmetleri sunmayı başaramamıştır. Bu kadar devasa ve karmaşık bir ekonomiyi isabetli bir biçimde planlamayı sağlayacak bilgisayar sistemleri geliştirilememiştir. Eldeki hiçbir sistem üretimle ilgili milyonlarca kararın doğru bir biçimde alınmasını sağlayacak ayrıntılı verileri toparlayıp işlemden geçirecek kadar kapsamlı olmamıştır.
Tepeden planlama yaklaşımı sistemin her noktasındaki yetkililerin inisiyatifi ele almasını engellemiştir. Sovyet sanayisinin 1970'li ve 1980'li yıllarda süre gelen bilimsel-teknolojik devrimin icatlarını takip edememesi, bu duraklamanın bir işaretidir. Dünyanın en iyi matematikçileri, fizikçileri ve diğer bilim insanlarından birçoğu Sovyetler Birliği'nde yetişmişse de, araştırmalarının pek azı uygulamaya geçirilmiştir. 1990 yılındaki 28. Komünist Parti Kongresi'nde Mikhail Gorbaçov bu durumdan şöyle yakınmıştır: “Artık bilimsel ve teknolojik gelişmeleri, yeni teknolojileri reddeden, verimsiz ve israfı körükleyen yönetim şekline tahammülümüz kalmamıştır.”
Sadece yöneticilerin beceriksizliğini eleştirmek yetmez. Bu olumsuzluklara ardı ardına birçok devlet yöneticisi dikkat çekmiştir—Stalin bile kendi döneminde sadece oturduğu koltuğu ısıtarak maaş toplayan bürokratlar hakkında öfkeli yorumlarda bulunmuştur. Öyleyse neden bu durumun uzun vadeli bir sorun haline geldiğini de açıklamaya çalışmalıyız. Ekonomi yönetiminin başarısızlığının bir açıklaması şu olabilir: sistemin kendisi yeni ve daha verimli yaklaşımları özendirmenin aksine bastırıyor ve zorlaştırıyordu.
- Yöneticiler kendi işlevlerini gereksiz hale getirecek teknolojik gelişmeleri kabul etmeye niyetli değildi. Birçoğu yeni teknolojiler konusunda bilgisizdi ve bulundukları konum için gereken liyakata sahip değildi.
- Yöneticilerin risk almasını teşvik eden herhangi bir şey yoktu. Daha verimli yaklaşımlar ya da teknolojiler geliştirilse de geliştirilmese de koltuklarını koruyorlardı ve bu üst düzey yöneticiler ve merkezi devlet planlamacılar için de geçerliydi.
- Teknolojik değişimi sağlayabilecek malzeme ve üretim kolayca bulunmuyordu. Merkezi plan bütün girdileri önceden belirlediği ve tüm malzeme ve emeği belirli amaçlara endeks ettiği için kaynakları yeni icatlara yönlendirmek zordu. Üstelik, üretim sürecini geliştirmek için denemeler yapmak, yıllık üretim kotasına erişmeyi riske atmak demekti.
- Başka işletmelerin işine yarayacak daha iyi makineler üretmek, üreten fabrikalara herhangi bir olumlu etki sağlamadığı için kaliteyi arttırma kaygısı yoktu. Aksine, üretimde niceliği artırma baskısı nedeniyle yöneticiler sık sık nitelikten ödün veriyordu.
- Hem ağır sanayide hem de uzun ömürlü tüketim mallarında kullanılacak yedek parça sıkıntısı çekiliyordu. Üst düzeydeki devlet planlama yetkilileri yedek parça fiyatlarını olması gerekenin çok altında belirlediğinden parça üreten fabrikaların büyük miktarda üretim yapması genelde maliyeti karşılamıyordu.
- Üreticiler ham madde, yakıt ve benzeri girdiler için değerinin altında kontrollü fiyatlar ödüyordu ve bu yüzden bu tür kaynakları verimli kullanma gibi bir dürtüleri yoktu.
- Üretim kapasitesi tam randımanlı kullanılmıyordu. Dağıtım yetersiz olduğu için envanter fazlası oluşuyordu. Teslimatlar düzensizce yapıldığı için üretim için gerekli olandan fazlasını depolama eğilimi vardı ve bu yukarıda sözü geçen eksiklikleri ve sıkıntıları daha da kötüleştiriyordu.
- Üretim artarsa, üretim kotaları da hemen artırılıyordu. Başka bir deyişle, verimli ve iyi işletilen fabrikalar daha büyük kotalarla cezalandırılırken verimsiz ve kötü işleyen fabrikalar daha düşük kotalar ve devlet sübvansiyonlarıyla ödüllendiriliyordu.
Yöneticilerin sorumsuzluğu sanayi kadar tarımı da olumsuz etkiliyordu. Vietnamlı bir çiftlik yöneticisinin şu yorumu diğer komünist ülkelerin çoğu için de geçerliydi: “Çiftlikleri kooperatifleştirme sürecinden acı bir ders aldık: yöneticilerin başarılı olmak ya da üretmek gibi bir motivasyonları yok.” Aksine, kalitesiz ürünler vermek çiftlik yöneticilerin işine geliyordu. Örneğin, devlet adına et satın alan kurumlar nitelik yerine niceliğe önem verdiği için kolektif hayvancılar kârlarını artırmak için hayvanları şişmanlatıyordu. Tüketiciler yağlı et yemek istemiyorsa, bu onların sorunuydu. Daha az para karşılığında daha kaliteli et üretmek için daha çok çaba harcamak için ancak bir aziz kadar özverili ya da düpedüz aptal olmak gerekirdi.
Her ülkede olduğu gibi, bürokrasi kendi kendini semirtiyordu. İdari işlerde çalışan personelin sayısı üretimde çalışan işçilere kıyasla daha hızlı artıyordu. Örneğin, 11.000 üretim işçisi olan bir fabrikanın 5.000 idari çalışanı olabiliyordu ve bu üretkenliği ciddi bir biçimde etkiliyordu. Bazı kurumlarda tüm çalışanların yarısı idari personelden oluşuyordu.
Bu bürokratik çalışma şekli özeleştiriye ve yanlışlardan ders almaya izin vermiyordu. Genel olarak, devlet planlamayı yönetenleri ve kurum yöneticilerini sorumlu tutacak bir kamuoyu tartışması ve baskısı yoktu. Arada içeriden birisi çıkıp ta yanlışları ve olumsuzlukları ortaya atarsa, [33] komünist ülkelerde bu tür kişilerin sonu bizim kapitalist ülkemizdekiyle aynı oluyordu. İsrafı, beceriksizliği ve yozlaşmayı açığa çıkaranlar ödüllendirilmeyi bir yana bırakın, kendilerini tehlikeye atıyorlardı.
Kasayı Boş Bırakmak
Time dergisinin bize hala söylediği gibi, [34] yaşamımız boyunca bize komünist ülkelerde yaşayan insanların “hayatın her alanında baskı uygulayan totaliter kontrol”'den yaka silktiği öğretildi. Halbuki bu ülkelerin halklarıyla konuştuğumuzda, asıl şikayetlerinin aşırı kontrol değil, sorumlu devlet kontrolünün yokluğu olduğunu gördük. Tamirciler gerekli tamir ve bakımı yapmıyorlardı. Yeni inşa edilen bir konut projesinin sakinleri kira ödemeyi reddediyorlardı ve kimse kirayı toplamak için uğraşmıyordu. Hasat, depolama ve ulaştırmada keyfi yönetim nedeniyle tarladan dükkana ulaşan ürünlerin yüzde otuzu ziyan oluyordu ve binlerce ton et çürüyüp gidiyordu. İnsanlar bozuk tuvaletlerden, akan çatılardan, kaba çalışanlardan, kalitesiz ürünlerden, trenlerin gecikmesinden, yetersiz hastane hizmetlerinden ve yoz ve umursamaz devlet memurlarından şikayetçiydi.
Yozlaşma ve adam kayırma yaygındı. Yönetici kasadan para tırtıklıyordu. Çalışanlar devletin dükkan, depo ve fabrikalarından yiyecek ve mal araklıyor ve bunları kendi ceplerini doldurmak için başka vatandaşlara satıyorlardı. Kolektif çiftliklerde çalışan köylüler karaborsada satmak amacıyla traktörlerin parçalarını çalıyordu. Direktör araba almak için bekleyenlerin listesinin başına geçmek isteyenlerden rüşvet alıyordu. Çiftçiler büyükbaş hayvanları toplayıp şehirlilere devletin ödediği düşük alım fiyatlarının üç katına satıyordu. Bu, hiç te totaliter bir rejimin devlet terörü karşısında korkuyla titreyen bir halkın resmi değildir.
Sistemin kendisi yarım yamalak iş yapmayı ve kural dışılığı teşvik ediyordu. Bir kolektif çiftliğin başarısı ne kadar az olursa, o kadar çok sübvansiyon alıyor ve üretim kotaları o kadar azaltılıyordu. Muslukçular ve tamirciler ne kadar kötü iş yaparlarsa, o kadar yeni işlerden ve daha yüksek kotalardan kurtuluyorlardı. Lokantalarda hizmet kötüleştikçe müşteri sayısı da azalıyor, böylece çalışanların kendi evine götürebileceği ya da karaborsada satabileceği daha çok yiyecek kalıyordu. Lokanta çalışanlarının en son isteyebileceği şey, tatmin olmuş müşterilerin devlet tarafından konulmuş düşük fiyatlarda yemek yemek için geri gelmesiydi.
Dolayısıyla çalışma disiplininin azlığı da bizi şaşırtmamalı. İnsanlar öfkeyle kendilerine hizmet sunulmasını beklerken, memurlar aldırmaksızın telefonda arkadaşlarıyla sohbet ediyordu. Birkaç saatte boyanacak bir otel duvarını iki işçi üç günde bitiriyordu. Birçok çalışan alışveriş yapmak için mesai bitmeden işi bırakıp gidiyordu. Bu kötü performans üretkenliği azaltıyor ve yoksunluğu körüklüyordu. 1979 yılında Küba'nın önderlerinden Raul Kastro şu sorunları sıralamışır:
Çalışma disiplininin yoksunluğu, izin almadan işi bırakanlar, zaten düşük ve pratikte kötü uygulanan standartlara uyum sağlamak için, standartlarda değişikliğe gidilmesin diye iş yavaşlatanlar. … Kapitalist sistemde taşradaki insanlar günde 12 saatten fazla çalışmaktan bitap düşerken, bizde bugün birçok yerde ve özellikle tarımda insanlar … 4 ila 6 saatten fazla çalışmamaktadır, şeker kamışı kesenler ve birkaç başka alan hariç. Birçok çalışma tugayı başkanlarının ve ustabaşlarının işçileriyle anlaşıp kotayı yarım günde bitirdiklerini ve geriye kalan zamanda da bir özel çiftlikte fazladan para karşılığı çalıştıklarını biliyoruz. Ya da tam tersine yavaş çalışıp kotayı yedi-sekiz saatte bitiriyorlar, bazen de bir günde iki-üç günlük kotayı dolduracak iş yapıp sonra fazlasını işe gitmedikleri günlerde yapılmış gibi gösteriyorlar.
Bütün bu numaralar sanayide, ulaştırmada, tamirciler arasında ve ahbap kayırmanın, kendine yontmanın yaygın olduğu başka alanlarda da yapılmaktadır. [35]
İşten atılanın tekrar başka bir yerde işe girme hakkı anayasa tarafından güvenceye alınmıştı ve bu sayede iş bulmak genelde kolaydı. Emek piyasası çalışanların avantajına işliyordu. İşçiler işlerini kaybetmekten korkmadığı gibi yöneticiler en iyi çalışanlarını elden kaçırmaktan korkuyordu ve işten ayrılmasınlar diye bazen onlara fazladan ücret ödüyorlardı. Ancak genel olarak ne ücretler ne de işe alınma ya da terfi olanakları çalışanın performansıyla ilişkili değildi. Genelde sıkı çalışana tembel ve sorumsuz olanla aynı ücret ödeniyordu. Aylaklar ve asalaklar kendini işine vererek çalışmak isteyenlerin moralini bozuyordu.
Herkese iş bulmak için iş gücünü çok az ya da gereksiz işler yapacak kişilerle doldurmak gerekiyordu. Bu durum çalışan bulma sıkıntısını, düşük verimliliği, ve çalışma disiplininden yoksunluğu körüklüyor, emeğe bağımlılığı azaltarak üretkenliği artıracak teknolojilerin uygulamaya geçirilmesini zorlaştırıyordu.
That often proved not so. That often proved not so.
Komünistlerin varsayımı, kapitalizm ve beraberinde gelen ekonomik sömürü ortadan kaldırılınca, toplumsal üretim komünal hale gelince ve insanlara bir nebze güvence ve refah sağlanınca herkesin kendi işini halinden memnun bir şekilde yapacağıydı. Gerçekte bir çok kere sonuç böyle olmamıştır. Komünist toplumların ekonomilerinde, sanki bir tür harikalar diyarı gibi, fiyatlar nadiren bir ürünün maliyeti ya da değeri ile ilişkiliydi. Eğitim, sağlık hizmetleri, eğlence, spor ve kültürel etkinlikler gibi birçok yüksek maliyetli hizmet tamamen ücretsizdi. Konutlar, ulaştırma, su-elektrik-gaz ve temel gıda ürünleri yüksek derecede sübvanse ediliyordu. Birçok insanın parası vardı ama o parayla alabileceği çok şey yoktu. Bütün bunlar insanların işteki performansını etkiliyordu. İnsanın kendisine alabileceği güzel şeyler yoksa çok çalışıp daha fazla para kazanmasının ne anlamı vardı ki?
Çalışanları istenmeyen ya da prestiji az işlere çekmek ya da üretimi artırmaya teşvik etmek için yapılan maaş zamları alım gücü ile tüketim mallarının arasındaki uçurumu daha da artıyordu. Devlet fiyatları olması gerekenin altında belirliyordu; bunun öncelikli nedeni eşitlikçi prensiplere bağlılıktı ama aynı zamanda fiyat artırma girişimleri Polonya, Doğu Almanya ve SSCB'de işçilerin protestolarına da neden oluyordu. Dolayıyısyla Sovyetler Birliği ve Polonya'da devlet ekmek fiyatlarını somun başına birkaç kopek seviyesinde tutuyordu, ki bu hayvan yeminin fiyatlarından azdı. Bunun bir sonucu olarak her iki ülkedeki hayvancılar domuzlarını ekmekle besliyordu. Katı fiyat kontrolleri nedeniyle gizli bir enflasyon, büyük bir karaborsa ve dükkanlarda uzun kuyruklar baş göstermişti.
Sistem istenmeden kuraldışılığa davet çıkarsa da, vatandaşların kurallara uyması ve sistemi kötüye kullanmamaları bekleniyordu. Karşılığında bir ödül beklemeden, hatta bazı olumsuzluklar pahasına insanların kendi bireysel çıkarlarınını göz etmeleri isteniyordu. “Zalim totaliter rejim” diye tanımlanan şey aslında birçok insanın olabildiğince kendi yararı için yağmaladığı bir kiler idi.
Tüketim mallarının yokluğu insanları bıktırmıştı: sonu gelmeyen alışveriş kuyrukları, yeni bir araba almak için on yıl beklemek, konut eksikliği nedeniyle kendi evlerine çıkmak için bekar genç insanların aileleriyle yaşamak ya da birisyle evlenmek zounda kalması, sonra da bir apartman tahsis edilmesi için beş yıl beklemek… Ev halkının kalabalıklaşması ve anne-babaya olan mali bağımlılık aile içi sorunlara ve sık sık erken boşanmalara neden oluyordu. Bu ve benzer sorunlar halkın sosyalizme olan bağlılığını aşındırıyordu.
Herşeyi İstemek
Doğu Almanyalı bir arkadaşımın yetersiz hizmetler ve kötü ürünlerden şikayet etmesini dinlemiştim; vardığı sonuç sistemin işlemediğiydi. Peki ya dünyadaki çoğu insanın erişemediği bunca sosyal yardım ve güvenceler, diye sordum. Bunların değeri yok muydu? Verdiği yanıt çok aydınlatıcıydı: “Aman, bunlardan kimse söz etmiyor bile.” İnsanlar alıştıkları hizmetlerin ve sosyal güvencelerin değerini bilmezken, hayallerini süsleyen tüketici mallarına özlem duyuyorlardı.
İnsanların bulundukları durumdan hoşnutsuz olma yetilerini hafife almamalıyız. Kimse sadece geçimini sağlamaya yetecek kadar bir ücretle yaşayamaz. İhtiyaçlarımız karşılandıktan sonra, isteklerimiz artmaya başlar ve bu istekler ihtiyaca dönüşür. Yaşam standartlarının artması sık sık insanların beklentilerini daha da fazla artırır. İnsanların yaşamı iyileştikçe, onlar daha da fazlasını isterler ve her zaman ellerindeki nimetlerin değerini bilmezler. Komünist ülkelerde de göreceli olarak iyi yaşam standartlarına erişmiş başarılı profesyoneller daha iyi giyinmek, yurtdışına yolculuk etmek ve kapitalist dünyadaki varlıklı insanların erişebildiği yaşam tarzının keyfini çıkarmak istiyorlardı.
Batıya göç edenlerin çoğunu bu yola koyulmaya iten şey daha fazla siyasi özgürlük arzusu değil, daha zengin bir yaşam arayışıydı. İnsanlar demokrasi yokluğundan çok maddi sıkıntılardan dem vuruyordu. 1989'da Vietnam'dan kaçan göçmenler devlet baskısından kaçan siyasi muhalifler değildi. Genelde göreceli olarak refah içinde yaşayan ve daha iyi fırsatlar peşinde koşan zanaatkarlar, küçük girişimciler, iyi eğitimli mühendisler, mimarlar ve entelektüellerdi. Birine kulak verirsek: “Burada Vietnam'daki yaşamının kötü olduğunu düşünmüyorum. Hatta durumum çok iyi. Ama hep daha iyisini istemek insanın doğasında var.” Bir başkası şöyle diyordu: “İki dükkanımız ve hatırı sayılır bir gelirimiz vardı ama daha iyi bir yaşam istiyorduk.” Ve bir diğeri: “Onlar da bizimle aynı nedenden göç etti. Tıpkı bizim gibi daha zengin olmak istiyorlardı.” [36] Bugün, ülke adım adım bir pazar ekonomisine geçerken, Vietnam'ı bir zengin olma çılgınlığı kasıp kavurmaktadır. [37]
Benzer şekilde, Demokratik Alman Cumhuriyeti'nde (yani Doğu Almanya) insanların en çok istedikleri şeyler seyahat, yeni beyaz eşyalar ve daha büyük apartman daireleri olarak sıralanmıştır. [38] New York Times gazetesi Doğu Almanya hakkında şunu yazmıştır: “Görünüşe göre bu 16 milyon nüfuslu ülkenin kafasını şu anda tek bir sorun kurcalamaktadır: ne zaman Batı Almanya'nın refah seviyesine ulaşabilecekler?” [39] Çin'de ulus çapında yapılan bir ankete göre yanıtlayanların yüzde 68'i hedeflerini “iyi yaşamak ve zengin olmak” diye tanımlamıştır. [40]
1989 yılında Washington D.C.'deki Doğu Almanya büyükelçisine ülkesinin neden bu kadar külüstür iki silindirli arabalar ürettiğini sormuştum. O da bana devletin asıl amacının iyi bir toplu taşıma sistemi kurmak ve insanları bunu kullanmaya özendirerek pahalı özel araçları kullanmaktan vazgeçirmek olduğunu söylemişti. Ama mantıklı, işlevsel, ekonomik açıdan daha yararlı ve ekolojik açıdan çok daha duyarlı toplu taşımaya binmek ile anında hareket olanağı, özel statü, mahremiyet ve bireysel özgürlük sağlayan bir araba edinmek arasında Doğu Almanyalı vatandaşlar dünyadaki birçok insan gibi ikinci seçeneği tercih etmişti. Büyükelçi üzgünce şunu da eklemişti: “İyi bir toplum yaratınca iyi insanlar da yaratacağımızı sandık. Oysa ki her zaman böyle olmuyor.” Doğu Almanya iyi bir toplum muydu değil miydi tartışmasını bir kenara koyarsak, büyükelçi böylece geç te olsa kamusal ideoloji ile bireylerin özel arzuları arasındaki uyuşmazlığı anlamıştı.
Günümzde birçok Kübalı genç Komünist Parti'ye üye olmaya gerek duymuyor ve Fidel Kastro'nun çağdışı kaldığını ve artık devlet başkanlığını bırakması gerektiğini düşünüyorlar. Eğitim ve tıp alanında elde edilen devrim niteliğinde başarıları sıradan bir şey olarak kabulleniyorlar ve bu başarılar onlarda heyecan yaratmıyor. Genelde sosyalizmden çok kendi bireysel geleceklerini önemsiyorlar. Üniversitelerde bir zamanlar Marksizmi ve Küba Devrimini inceleyen dersler dolup taşarken, şimdi bunlara katılım sadece tek tük öğrencilerden ibarettir. Küresel pazarlar ve mülkiyet hukuku konularına yönelik derslere girmek için ise öğrenciler birbirleriyle yarış halindedir. [41]
ABD'nin hala süren ambargosu ve Sovyet yardımlarının bitişi ile, Küba'da bolluk içinde yaşama hayali artık elle tutulur olmaktan çıkmıştır ve bu yüzden de Kuzey Amerika'nın göz kamaştırıcı refahı daha da çekici hale gelmektedir. Birçok Kübalı genç Birleşik Devletler'deki yaşamı akıllarında bir ideal haline getirmekte ve bu ülkenin son modasına ve müziğine özenmektedir. Tıpkı Doğu Avrupalılar gibi kapitalizmin bu zenginlikleri karşılığında hiçbir bedel talep etmeden sunacağını sanmaktadırlar. ABD'deki gençlerin de çok ciddi yaşam sorunlarıyla boğuştuklarını duyduklarında, deneyimsizliklerinin göstergesi olan bir kesinlikle şu yanıtı vermektedirler: “Amerika'da birçok insanın fakir, bir çoğunun da zengin olduğunu biliyoruz. Ancak çok çalışırsan, başarılı olabilirsin. Ne de olsa orası fırsatlar ülkesi.” [42]
Devrimden sonraki ikinci ya da üçüncü kuşağın üyesi olanların genelde çok azı sosyalizmdeki yaşamları ile devrim öncesinin büyük zorluklarını ve adaletsizliklerini karşılaştırabilmektedir. Devrim öncesi yaşam konusunda herhangi bir deneyimi ve anısı olmayan Kübalı bir genç bu tutumu şöyle dile getirmiştir: “Sloganlardan bıktık. Anne babalarımız için bunlar önemliydi ama devrim artık tarihe karışmıştır.” [43]
Beklentilerin hızla yükseldiği—ve bazen gerçekçilikten uzaklaştığı—bir toplumda maddi sıkıntılar çeken kişiler, aldığı eğitime uygun iş bulamayanlar ya da angarya iş yapmak zorunda kalanlar daha da çok değişim yanlısı olur. En iyi toplumlarda bile emeğin birçok türü işlevsel açıdan yararlı olsa da insana özel bir tatmin sağlamaz. Sıkıcı bir işi bitirince, hemen ardından yapılacak başka bir sıkıcı iş beklemektedir. Öyleyse insan neden kendini zorlasın ki? Eğer “devrimi inşa etmek” ve “üretim mücadelesini kazanmak” bir insanın ömrü boyunca önemli ama rutin işler yapacağı anlamına geliyorsa, devrim anlaşılır bir şekilde pırıltısını yitirmektedir. Toplumda genel olarak, kendisini ilginç ve yaratıcı kişiler olarak gören insanların hepsine yetecek kadar ilginç ve yaratıcı işler yoktur.
Zamanla, devrim karizmanın rutinleşmesine uğrar. Sıradan insanlar gündelik yaşamlarında soyut ama güzel ülküler (idealler) için yoğun bir fedakarlığı sonsuza dek kaldıramazlar. Eğer daha iyi bir yaşam kısa sürede elde edilemeyecekse ona erişmek için neden mücadele edilsin ki? Ve eğer daha iyi bir yaşam şu anda elde edilebiliyorsa, devrimci fedakarlığı unutun gitsin.
Ve İrtica Baş Gösterir
Yıllarca hep komünist propagandanın ne kadar da şeytani bir kurnazlıkla insanları manipüle ettiğini duymuşumdur. Ancak sonradan komünist ülkelerdeki basının aslında ne kadar vasat ve hantal olduğunu keşfettiğimde şaşırmıştım. Kapitalist Batılı ülkeler pazarlamaya ve imaj yaratmaya milyarların aktığı bir reklamcılık kültürüne batmıştır. Komünist ülkelerde ise buna benzer bir şey hiç oluşmamıştır. Onların basın yayınları genelde sıkıcı diplomatik ziyaretleri ve resmi bildirileri ele almakta ve ekonomi ile toplumun durumu hakkında son derece olumlu haberler vermekle yetinmekteydi. Öyle olumlu ki, insanlar kendi ülkelerinde olup bitenlerden haberdar olamadıklarından yakınmışlardır. Dünyanın her köşesinde süre gelen yolsuzluklardan, iş kazalarından, işçi protestolarından ve depremlerden haberleri oluyordu—kendi ülkeleri haricinde. Basın iç işleriyle ilgili sorunları ortaya çıkarsa bile genelde çözüm için eyleme geçen olmuyordu.
Basındaki yayınlar bazen gündelik yaşamla öylesine çelişiyordu ki, bazı insanlar gerçeği yazan doğru haberlere bile inanmamaya başlamıştı, örneğin kapitalist ülkelerdeki fakirlik ve baskıdan söz edildiğinde. Aksine, komünist ülkelerdeki birçok entelektüel kapitalist ülkelere son derece naif bir biçimde yaklaşıyordu ve bunların kötülüklerini görmeye bile yanaşmıyorlardı. Sosyalist sistemin öyle azılı düşmanları haline gelmişlerdi ki, Batı kaynaklı mürteciliği sapına kadar destekleyen antikomünist bir tutumu benimsiyorlardı. Bir konum ne kadar gericilikte ne kadar ileri gidiyorsa, entelijans için o kadar çekiciydi.
Entelektüeller neredeyse dini bir bağnazlıkla kapitalist Batı ülkelerinin ve özellikle ABD'nin akıl almaz bir bolluk ve sınırsız fırsatlar sunan serbest pazar cennetleri olduğunu savunuyorlardı. Bu görüş ile ters düşen hiçbir görüşe ya da kanıta tahammülleri yoktu. Kendilerinden çok emin bir halde, karnı tok, üniversite eğitimi almış, mütevazi ama rahat apartman dairelerinde oturan Moskovalı entelektüeller Amerika'dan gelen ziyaretçilere şöyle diyordu: “Sizin ülkenizdeki en fakirler bizden daha iyi yaşam koşullarına sahiptir.”
Wall Street Journal gazetesinin muhafazakar yardımcı genel yayın yönetmeni David Brooks, [44] Moskovalı entelektüeller için şu profili çiziyordu:
Karşımızdaki kişi kin doludur ve kendisini sanki geri zekalılar tarafından yönetilen bir dünyada yaşıyormuş gibi hissetmektedir. Tereddütsüzdür, doğru yanıtları aramaya gerek duymamaktadır. Çünkü yanıtlar zaten bellidir—demokrasi ve kapitalizm. Bunlara engel olan geri zekalıları ezmeyi kendine görev biçmiştir. … Bizim entelektüellerimizin dolaylı ve ikircikli tavırları onda hiç yoktur, açık sözlülüğe, kabalığa ve kibirli olmaya değer verir. … Bu demokrat entelektüeller Ronald Reagan'a, Marlboro sigaralarına ve Amerikan İç Savaşı'ndaki Güney eyaletlerine [45] bayılmaktadır. [46]
Örnek olarak Amerikan basınının pek sevdiği Andrei Sakharov'u ele alalım. Kendisi şirket kapitalizmini sık sık överken Sovyet halkının atılımlarını küçümsemiştir. ABD'deki barış yanlısı hareketi Vietnam Savaşı'na karşı çıktığı için eleştirirken, Sovyetleri askeri yayılmacılıkla ve silahlanma yarışını tek başlarına körüklemekle suçlamıştır. Sakharov Amerika'nın yurt dışına yaptığı her silahlı müdaheleyi demokrasiyi savunuyorlar iddiasıyla haklı göstermiştir ve nötron bombası gibi yeni Amerikan yapımı silahları “savunma amaçlı” diye tanımlamıştır. Amerikalı siyasetçiler ve basın tarafından “insan hakları savunucusu” ilan edilen Sakharov, Pinochet yönetimindeki Şili ya da Suharto yönetimindeki Endonezya gibi ABD'nin kuklası olan faşist rejimler insan haklarını çiğnediği zaman ağzını açıp ta bir eleştirel söz söylememiştir. Aksine, eleştirenleri küstahça aşağılamıştır. Batı ülkelerindeki antikomünist dogmaya muhalefet edenleri ve ABD'nin başka ülkelere müdahele etmesine karşı çıkanları sürekli hedef almıştır. Birçok başka Doğu Avrupalı entelektüelin yaptığı gibi, Sakharov muhalif görüşlere verdiği desteği siyasi yelpazede kendisinin solunda olanlardan esirgemiştir. [47]
Batı emperyalizmine gösterilen hoşgörü Sovyet devletinin üst kademelerine bile bulaşmıştı. Bunun kanıtını SSCB Dışişleri Bakanlığı'nın yüksek kıdemli bir memuru olan Andrey Kozyrev'in 1989'da söylediği bir sözde görüyoruz; bu kişi Üçüncü Dünya ülkelerinin asıl sorununun “kapitalizm değil, kapitalizmin eksikliği” olduğunu iddia etmiştir. Ya bilerek ya da aptallığından bu ülkelerdeki sermaye (yani Avrupa dillerinde “kapital”) yoksunluğu ile bu ülkeleri sömüren kapitalizmi (yani sermayedar sınıfının egemenliğini) karıştırmıştı. Ayrıca “Amerika'daki başlıca [burjuva] grupların hiçbiri militarizmi desteklemiyor” diye buyurmuştur. Ona göre bu grupların Üçüncü Dünya ülkelerini yağmalayan emperyalistler olduğu fikri, artık tarihte kalmış ve unutulması gereken bir “klişe”dir. [48]
Marksizm, temel olarak var olan kapitalist düzenin bir incelemesi olduğundan, sosyalist ülkelerin gelişimiyle ilgili ekleyebileceği çok fazla bir yorum yoktur. Komünist ülkelerde Marksizm insanlara ezberlenecek bir dua gibi sunulmuştur. Dolayısıyla içeriğindeki kapitalizm eleştirisi, kapitalist olmayan toplumlarda yaşayanlara bir anlam ya da heyecan sağlamamıştır. Aksine, entelektüellerin çoğu Batının burjuva ideolojisinin sunduğu yasak meyvanın peşine takılmıştır. Batı düşüncesini özümserken amaçları (olumlu bir sonuç olarak düşünebileceğimiz) ideolojik yelpazeyi genişletmek değil, egemen görüşün yerine sağcı ve antikomünist bir dogmayı koymak olmuştur. İdeolojinin sonunu getirmek için değil, bir ideolojinin yerine başkasını getirmek için çabalamışlardır. Böylece, sonları hiç tereddütsüz serbest pazar cennetine övgüler düzen koronun bir parçası haline gelmek olmuştur.
Sağcı entelijans, Batılı kaynaklardan gelen yoğun parasal destekle, hastalık derecesinde kapitalizm ve emperyalizm yanlısı görüşleri savunan Moscow News ve Argumentyi Fakti gibi yayınlar çıkarmıştır. Bu yayınlardan biri, Literaturnaya Gazeta, 1990 yılının mart ayında Reagan ve (baba) Bush'u “büyük devlet adamları” ve “barışın mimarları” diye övüyordu. Hatta bu gazete, SSCB Kültür Bakanlığı'nın (o tarihlerde baştaki bakan antikomünist olmasına rağmen) varlık nedenini sorgularken şöyle yazmıştı: “Birleşik Devletler'de böyle bir bakanlık yoktur ve buna rağmen Amerikan kültüründe görünürde ters giden hiçbir şey de yoktur.” Rusların mizahtan anlamadığını kim demiş?
Doğu Avrupa'da komünist iktidarlar çökmeye başladığında, Nazi yanlıları ve başka ayrımcı gruplar gibi siyasetin en kötü pislikleri tekrar ortaya çıkmıştır. Üstelik yobazca hareket edenler sadece bunlarla da sınırlı kalmamıştır. 1990 yılında Polonya'daki Solidarność [49] hareketinin önderi Lech Walesa'nın kendisi “bir yahudi çetesi tepemize çöreklenmiştir ve bizi yoketmeye niyetlidir” diye buyurmuştur. Daha sonra kendisi bu sözünün bütün yahudileri değil de, sadece “kendini düşünen ve başka hiç kimseyi umursamayanları” hedef aldığını iddia etmiştir. [50] Ertesi yıl, Polonya'nın komünizm sonrası yapılan ilk başkanlık seçiminde, aralarında Walesa'nın da olduğu adaylar yahudi düşmanı söylemlerde bulunurken neredeyse birbirleriye kıyasıya yarış etmiştir. 1996'da, bir ulusal bayram kutlamasında, Solidarność'un başı Zygmunt Wrzodak sabık komünist rejime veryansın ederken yahudi düşmanı sözler söylemekten geri durmamıştır. [51]
Kapitalizmi Romantize Etmek
1990 yılında Washington D.C.'de Macaristan büyükelçisi bir basın toplantısında ülkesinin sosyalist sistemi düzgün işlemediği gerekçesiyle terk ettiğini duyurmuştur. Neden düzgün işlemiyor diye sorduğumda bana verdiği yanıt “bilmiyorum”'du. Bu kişi, ülkesinin sosyoekonomik süreçlerinden sorumlu olan devlet aygıtının bir parçası olmasına rağmen, o süreçlerin eksikliklerini hiç anlamadığını itiraf ediyordu. Eğer önderler yalnızca kendi aralarında iletişime geçiyorsa, çabucak gerçekle olan bağlarını yitirirler.
Bu komünist ülkelerin siyasetçileri karşılaştıkları sorunlara şaşırtıcı derecede Marksizmden uzak bir bakış açısıyla yaklaşıyorlardı. Eleştiriler ve kınamalar bolca vardı ama işlerin nasıl ve neden böyle bir açmaza girdiğini sistematik olarak inceleyen yoktu. Bunun yerine, Batılı kapitalistlerin iş görme yetisi olarak anlaşılan şeylere büyük bir hayranlık duyuluyordu ve kapitalizmin çirkin yönleri ve dünyayı nasıl etkilediği konularında büyük bir bilgisizlik hakimdi.
SSCB'de glasnost (yani eleştirel tartışmalar aracılığıyla yaratıcılığı ve reformları teşvik etme politikası) Sovyet basınını Batının etkisine açmış ve böylece çözmeye çalıştığı hoşnutsuzlukları daha da körüklemiştir. Önce Polonya ve Macaristan'da [52] , sonra da Sovyetler Birliği ve diğer Avrupalı komünist ülkelerde önderler 1980'li yılların sonunda ekonomilerini Batılı yatırımcılara açmıştır. Kamu iktisadi teşekküllerinin kooperatifler, yabancı yatırımcılar ve yerli özel girişimcilerler aynı koşullar altında rekabet edeceği öngörülüyordu. Halbuki bütün kamu ekonomisinin riske girmesinin ve altının oyulmasının yolu açılmıştır. Komünist önderler kendi sistemlerini az anlıyorlarsa, kapitalist sistemi hiç anlamamışlardı.
Sosyalizm ile yaşayan çoğu insanın kapitalizmin pratikte nasıl işlediğinden haberi yoktu. Polonya'da yapılan bir röportajda işçiler serbest pazara geçiş süreci nedeniyle fabrikaları kapanırsa “devlet bize başka bir iş bulur” diye düşünüyorlardı. [53] Her iki sistemin de en iyi yönlerinin ellerinde kalacağını sanmışlardı. Sovyetler Birliği'nde özelleştirmeyi savunan birçok kişi aynı zamanda devletin onlara toplu yardımları ve sübvansiyonları sağlamaya devam edeceğini sanıyordu. Bunlara kanmayan bir çiftçi doğru söylemişti: “Bazıları kendileri için kapitalist olmayı ama sosyalizmin de kendilerine hizmet etmeye devam etmesini istiyorlar.” [54]
Bazen acı gerçekler kaçınılmaz bir şekilde anlaşılıyordu. 1990 yılında, glasnost sürecinde Sovyet hükümeti gazete kağıdı fiyatlarını kağıdın gerçek maliyetine oranlanması amacıyla %300 artırınca, yeni kurulmuş kapitalizm yanlısı yayınlar feryat etmişti. Devlet sosyalizminin, onların devlet sosyalizmine açtığı savaşı artık sübvanse etmemesine kızıyorlardı. Herkes için canla başla savundukları serbest pazar ekonomisinin kendilerine yaptığı etkiden hiç hoşlanmamışlardı.
Tabii herkes kapitalizmi romantize etmiyordu. 1970'li ve 80'li yıllarda ABD'ye yerleşen Sovyet ve Doğu Avrupalı göçmenler bu ülkenin kötü sosyal hizmetlerinden, suç oranından, ağır çalışma koşullarından, toplumsal birliğin olmamasından, kaba seçim kampanyalarından, düşük eğitim standartlarından ve Amerikalıların tarih konusundaki parmak ısırtan bilgisizliğinden yaka silkmişlerdi.
Artık mesai saatlerinde alışverişe gidemeyeceklerini, hasta olduklarında çalıştıkları işletmenin sağlık hizmetleri sağlamayacağını, geç kalırlarsa azar işiteceklerini, geceleri sokaklarda ve parklarda rahatça dolaşamayacaklarını, aileleri için sağlık hizmetlerine ya da çocuklarının üniversite ücretlerine paralarının yetmeyeceğini, istihdam garantisi olmadığını ve her an işsiz kalabileceklerini keşfetmişlerdi.
Göç etmeyenler arasında da kapitalizmin ne olduğunu net olarak görebilen insanlar vardı. Öyle ki, çok sayıda işçi, köylü ve yaşlı yaklaşan değişimlerden endişe ediyorlardı ve serbest pazar mitinden ikna olmamışlardı. 1989 yılında Çekoslovakya'da yapılan bir ankete göre yanıtlayanların yüzde 47'si devletçi ekonominin devamını, yüzde 43'ü ise karma ekonomiyi destekliyordu. Kapitalizmden yana olduklarını söyleyenlerin oranı yalnızca yüzde üçtü. [55] 1991 mayıs ayında Amerikalı bir kamuoyu araştırması şirketinin yaptığı bir ankete göre Rusların yüzde 54'ü bir tür sosyalizm yanlısıyken yalnızca yüzde 20'si ABD ya da Almanya gibi bir serbest pazar ekonomisine geçmekten yanaydı. Anketi yanıtlayanların başka bir yüzde 27'si de “İsveç'teki gibi farklı bir kapitalizm” istiyordu. [56]
Bunlara rağmen birçok insan ve özellikle entelektüeller ve gençler—her şeyi herkesten iyi bildiğini en çok sanan iki toplumsal katman—serbest pazar cennetini desteklemişlerdir, bunun topluma ödeteceği bedelden hiçbir fikirleri olmasa da. Gerçeğin insanın gözünde büyüttüğü düşlerle baş etmesi çok zordur. Batının pırıltılı refah toplumu imajının karşısında komünist toplumlardaki rutinleşmiş, yokluklar çeken ve yorucu yaşamın pek de hayatta kalma şansı yoktu.
Anlaşılan o ki, komünizm kendi altını oyan diyalektik bir dinamiğe yol açmıştır. Yarı-feodal, yıkılmış, geri bıraktırılmış ülkeleri alıp başarıyla sanayileştirerek insanların büyük çoğunluğuna daha iyi bir yaşam sağlamıştır. Ama bu çağdaşlaşma ve kalkınma süreci, beraberinde hemen karşılanması olanaksız olan beklentileri de getirmiştir. Birçok insan sosyalizmin bütün güvencelerinin üstüne kapitalist tüketim toplumunun bolluğunun geleceğini bekliyordu. Kitabın bundan sonraki bölümlerinde göreceğimiz gibi, onları bazı acı sürprizler bekliyordu.
Kuşatma sosyalizmininden tüketim sosyalizmine geçişin başarısız olmasının nedenlerinden biri kuşatmanın hiçbir zaman sona ermemiş olmasıydı. Kitabın bir önceki bölümünde belirttiğimiz gibi, Batılı güçlerin dıştan gelen aralıksız saldırıları ve tehditleri komünist ülkelerin iç işlerindeki ciddi sorunları daha da kötüleştiriyordu. Güçlü ve azılı kapitalist düşmanlar tarafından çevresi sarılmış bir halde dünyaya gelen komünist toplumların ekonomik üretim kabiliyetleri ve kalkınması, birçok savaş, işgal ve büyük bir silahlanma yarışı ile sekteye uğratılmıştı. Sovyet önderlerinin ABD ile askeri açıdan denklik yakalama kararı—hele ki SSCB'nin bu işe çok daha küçük bir sanayi sektörü ile kalkışması ile—bütün Sovyet ekonomisini zorlayan bir etkendi.
SSCB'nin hayatta kalmasını sağlayan kuşatma sosyalizmi, sonraki yıllarda kalkınmayı zorlaştırmıştır. Perestroyka (yani performansı artırmak için sosyoekonomik politikaların yeniden yapılandırılması) ile üretimin daha da artacağı ve canlanacağı bekleniyordu. Aksine, bütün devletçi sosyalist yapının çözülmesine neden olmuştur. Böylece komünizm tekelindeki basının yerine geçmesi beklenen çoğulcu basın, eninde sonunda kapitalist tekelcilerin basını olmuştur. Aynı şey diğer sosyalist kurumların da başına gelmiştir. Niyet, bir doz kapitalizm aşısı ile sosyalizmin sağlığını yerine getirmekti; gerçekte ise sosyalizm vahşi bir kapitalizmi inşa ve sübvanse etmek için sömürülmüştür.
Tarihi boyunca küresel kapitalizmin mali, ekonomik ve askeri baskılarına maruz kalan devlet sosyalizmi her zaman zorlu dönemlerden geçmiştir ve baraj kapakları Batıya açılınca da yıkılıp gitmiştir.
[1] Amerikalı Marksist düşünür, öğretim üyesi ve yazar. ABD ve dünya siyaseti ve tarihi konusunda birçok kitabı ve yazısı vardır. (Ç.N.)
[2] Bu söz William Shakespeare'in “Jül Sezar” adlı tiyatro oyununa bir göndermedir. Sezar, Romalı senatörler ve kendi evlatlık oğlu Brütüs tarafından hançerlenerek öldürüldükten sonra Markus Antonius, Sezar'a yaktığı ağıtında Brütüs'ün hançer darbesini böyle betimler: “Çünkü, biliyorsunuz, Brütüs / Koruyucu meleğiydi Sezar'ın. / Tanrılar, siz söyleyin nasıl severdi onu! / Aldığı yaraların en acısı bu oldu. / Vurduğunu görünce Brütüs'ün, / Nankörlük, hıyanetin kollarından beter / Yıktı bitirdi onu, yarıldı aslan yüreği, / Kapayıp maşlahıyla yüzünü koca Sezar / Düştü Pompeius heykelinin dibine, / Kanlarının oluk oluk aktığı yere.” (Ç.N.)
[3] Michael Parenti, 1997, Blackshirts & Reds, 6. bölüm: Serbest Pazar Cenneti Doğuya Yelken Açar (I).
[4] Bu noktada daha fazla bıilgı sahibi olmak isteyenlere benim “Çin'de de Milyarderler Vardır (2021)” başlıklı yazımı salık veririm. (-R. Day)
[5] Noam Chomsky, Z Magazine, Eylül-Ekim 1995.
[6] Adam Hochschild, The Guardian, 23 Mayıs 1984.
[7] Ronald Radosh, The Guardian, 16 Mart 1983.
[8] Congress of Industrial Organizations (CIO), 1935-1955 yılları arasında ABD'de iş gören bir emekçi sendikaları federasyonu. (Ç.N.)
[9] ABD'de 1947 yılında kurulan ve günümüzde de iş gören bir liberal sivil toplum kuruluşu. (Ç.N.)
[10] Mark Green ve Gail MacColl, New York: Pantheon Books, There He Goes Again: Ronald Reagan’s Reign of Error (İşte Gene Başladı: Ronald Reagan'ın Yanlışlarla Dolu İktidarı) (1983), 12.
[11] 1903-1950 yılları arasında yaşamış olan İngiliz yazar. Yirminci yüzyılın en çok okunan siyasi yazarlarından biridir. Orwell her ne kadar edebi çevrelerde dürüst, insancıl ve baskı karşıtı bir demokratik sosyalist olarak tanınsa da, eserleri ve eylemleri bu yazıda eleştirilen yaklaşımın eksiksiz bir örneğidir. Kariyeri boyunca Sovyet karşıtı söylemlerde bulunmuş (bunun başlıca örnekleri en bilinen alegorik romanları Hayvan Çiftliği [1945] ve 1984'tür [1949]), açık açık İngiliz emperyalizmini destekleyen yazılar yazmış ve komünistleri, yahudileri ve ırkçılık karşıtlarını İngiliz istihbaratına ispiyonlamıştır. (Ç.N.)
[12] George Orwell, alıntının kaynağı Monthly Review, Mayıs 1983.
[13] Inventing Reality (Gerçekliği İcat Etmek) kitabımın ilk baskısında (New York: St. Martin's Press, 1986) şöyle yazmıştım: “ABD medyasının Sovyetler Birliği konusunda boydan boya takındığı düşmanca ve olumsuz tavır nedeniyle bazılarımız bu ülke hakkında kayıtsız koşulsuz olumlu bir görüşe varabilir. Ancak gerçek şudur ki, SSCB'de emeğin üretkenliği, sanayileşme, kentleşme, bürokrasi, yozlaşma ve alkol bağımlığı gibi konularda ciddi sorunlar vardır. Üretim ve dağıtım darboğazları, başarısız olan planlar, tüketici mallarında arz sıkıntıları, suç derecesine varacak derecede görevi kötüye kullananlar, muhaliflerin bastırılması ve toplumun bazı kesimlerinde yabancılaşma gözlemlenmiştir.”
[14] SSCB ve Avrupa'daki diğer komünist devletlere karşı açık bir düşmanlık ve nefretle yaklaşan birçok Amerikalı solcu, Küba'da gerçek bir devrimci gelenek ve göreceli olarak daha açık bir toplum gördükleri için bu ülkeye daha sıcak bakmaktadırlar. Halbuki günümüze kadar (Ocak 1997) Küba'nın siyasi ve ekonomik sistemi SSCB ve diğer komünist ülkelerin sistemlerinin hemen hemen aynısı olmuştur: sanayi tamamen kamu sektörünün elindedir, ekonomi planlıdır, diğer komünist ülkeler ile yakın ilişkiler süregelmiştir ve tek parti yönetimi vardır—bu tek parti devlette, basında, emekçi sendikalarında, kadın federasyonlarında, gençlik gruplarında ve diğer başka kurumlarda başat (hegemonik) rolü üstlenmiştir.
[15] Amerikalı komünistlerin birçoğu ve onlara yakın çevreler, kısmen ABD'de medyayı ve kamuoyunu baştan ayağa zehirleyen antikomünist propagandaya bir tepki olarak, Sovyetler Birliği'nin otokratik yönlerini eleştirmekten kaçınmıştır. Bu yüzden de, SSCB'yi bir işçi sınıfı “cenneti” olarak gözlerinde büyüttükleri iddiasıyla suçlanmışlardır—anlıyoruz ki, bu eleştiriyi yöneltenler cenneten aşağı kalan hiçbir refah seviyesini kabul etmeyeceklerdir. 1953'te Kruşçef'in ortaya attığı suçlamalardan sonra, Amerikalı komünistler isteksizce de olsa Stalin'in “hata yaptığını” ve hatta çeşitli suçlar işlediğini kabul etmiştir.
[16] Hüseyin El-Kürdi'nin Chomsky ile röportajı: Perception, Mart/Nisan 1996.
[17] Okuyuculara Lenin'in kitaplarını (Devlet ve Devrim; “Sol Kanat” Komünizm—Çocukca Bir Davranış Bozukluğu; Ne Yapmalı?) ve çeşitli kitaplarda toplanmış yazı ve demeçlerini öneriyorum. Ayrıca John Ehrenberg'in Marksizm-Leninizmi değerlendirdiği şu kitaba bakılabilir: The Dictatorship of the Proletariat, Marxism’s Theory of Socialist Democracy (Proleterya Diktatörlüğü, Marksizmin Sosyalist Demokrasi Teorisi) (New York: Routledge, 1992).
[18] ABD'de federal yasalar genelde yasa teklifini veren meclis üyesi ya da senatörün adıyla anılır. Smith Yasası olarak bilinen 1940 tarihli Yabancı Uyrukluların Kaydı Yasası yurttaş olmayan bütün yetişkinlerin federal devlette kayıtlarının tutulmasını zorunlu kılmıştır ve ABD devletini güç ya da şiddet kullanarak devirme fikrini yaymayı suç haline getirmiştir. (Ç.N.)
[19] ABD'de 1930'lu yıllarda çıkartılan Tarafsızlık Yasası, bu ülkenin o yıllardaki izolasyonist ve müdahele karşıtı dışişleri politikasını yansıtmaktadır. 1920'li yıllardan itibaren, 1941'deki Pearl Harbor saldırısı ile ABD İkinci Dünya Savaşı'na dahil olana dek, Amerikan kamuoyunun genel duruşu Avrupa, Afrika ve Asya'da süren savaşlara kayıtsız kalmak olmuştur. (Ç.N.)
[20] Carl Shames'in bana yazdığı bir mektuptan, 15 Ocak 1992.
[21] Jose Daniel Ortega Saavedra, Nikaragualı Marksist-Leninist devrimci ve siyasetçi. Ülkesini 1979 Sandinista devriminden 1990 genel seçimlerine kadar yönetmiştir. 2007 seçimiyle tekrar iktidara geldiğinden beri devlet başkanlığı yapmaktadır. (Ç.N.)
[22] Robert Gabriel Mugabe, Zimbabweli Marksist-Leninist devrimci ve siyasetçi. 1970'li yıllarda İngiltere'nin “Güney Rodezya” olarak bilinen sömürgeci rejimine karşı gerilla mücadeleleri vermiştir. Bu sömürge 1979'da Zimbabwe olarak bağımsızlığını kazandıktan sonra, Mugabe 1980'de seçimle iktidara gelerek ülkesinin başbakanı olmuştur. 1987'de yapılan bir anayasa değişikliği ile devlet başkanı olmuş ve 2017'de darbeyle iktidardan indirilene kadar görevine devam etmiştir. (Ç.N.)
[23] Tony Febbo, The Guardian, 13 Kasım 1991.
[24] Marx, Engels, Lenin, Anarchism and Anarcho-Syndicalism: Selected Writings (Anarşizm ve Anarko-Sendikacılık: Seçme Yazılar) (New York: International Publishers, 1972), 139. Louise Michel'in [Paris Komünü'ne katılmış Fransız devrimci ve anarşist. -Ç.N.] biyografisinde, yazar ve anarşist tarihçi Edith Thomas, anarşizmi “devlete gerek duyulmaksızın insanların kendi yaşamlarına doğrudan egemen olması” diye tanımlamıştır. Bunu kim istemez ki? Ancak Thomas bunun nasıl gerçeğe dönüştürüleceğini söylememekte ve yalnızca “anarşistler bunu hemen şu anda, şu anın tüm karmaşası ve düzensizliği içinde talep etmektedirler” demektedir. Kendisi gururla bize anarşizmin “asla denenmediğini, bu yüzden de bir ideal olarak hiç bozulmaksızın süre geldiğini” söylemektedir. Halbuki asıl sorun da budur. Tarihteki yüzlerce ayaklanmada, ki bunların arasında anarşistlerin de önderlik ettiği ayaklanmalar vardır, anarşizm neden asla bir yönetim biçimi olarak denenmemiştir ya da “sağlam” bir anarşist şablona uyulduğu sürece ayakta kalamamıştır? (Hatırlatalım ki, Engels'in betimlediği anarşist başkaldırıda asiler, görünüşte kendi ideolojilerine ihanet ederek, Thomas'ın buyurduğu gibi halka doğrudan özyönetim bahşetmemiş, aksine iktidarı elde tutmak için cuntalar kurmuşlardır.) Kısacası, bu idealin gün yüzü görmemiş ve erişilmesi imkansız özellikleri bazılarının aklında onu başka her şeyden daha çekici kılmaktadır.
[25] O dönemlerde ekonomik politikalar konusunda sendikaların daha çok söz sahibi olması gerektiğini savunan Komünist Parti içindeki siyasi gruplaşmalardan biri (Ç.N.).
[26] Troçki diğer Bolşeviklere kıyasla daha otoriter bir önderdi ve örgütlerin özerkliğine, görüş ayrılıklarına, parti içi demokrasiye çok az hoşgörüsü vardı. Ancak 1923 sonbaharında Stalin ve başkaları tarafından safdışı edilip te kendisini parti içinde azınlığın tarafında bulunca, aniden saydamlaşmaya ve emekçi demokrasisine bağlığını ilan etmiştir. O zamandan beri yandaşları onu anti-Stalinist bir demokrat gibi sunarlar.
[27] Sovyetbilimci Stephen Cohen 1921'den önceki birkaç yılı şöyle betimliyordu: “İç savaş ve savaş komünizmi deneyimleri hem partiyi hem de ortaya çıkmakta olan siyasi sistemi çok derinden etkilemişti.” Diğer sosyalist partiler sovyetlerden atılmıştı. Ve Komünist Parti'nin “demokratik normları … ve neredeyse özgürlükçü ve reformcu profili”'nin yerine “katı bir otoriterlik ve 'militarizasyon'” almıştı. Önceden yerel sovyetler ve fabrika komiteleri aracılığıyla sürdürülen halk yönetimi çoğunlukla ortadan kaldırılmıştı. Bolşevik önderlerden birinin deyimiyle, “cumhuriyet bir askeri kampa dönüşmüş”'tü. Bkz. Cohen'in Bukharin and the Bolshevik Revolution (Bukharin ve Bolşevik Devrimi) (New York: Oxford University Press, 1973), 79.
[28] Buna olan sayısız örneklerden yalnızca birini verirsek, Roger Burbach Stalin'i “Sovyetler Birliği'ni bodoslama sanayileşme yoluna soktuğu” için suçlamaktadır; bkz. Monthly Review, Mart 1996, 35. sayfada yayınlanan iletisi.
[29] John Scott, Behind the Urals, an American Worker in Russia’s City of Steel (Uralların Ardında, Amerikalı bir İşçi Rusya'nın Çelikten Şehrinde) (Boston: Houghton Mifflin, 1942).
[30] Richard Lichtman.
[31] Richard Levins, Monthly Review, Eylül 1996.
[32] Her ne kadar geçmiş zaman kullanılarak yazılmışsa da, bu inceleme aynı zamanda günümüzde geriye kalan birkaç komünist ülke için de geçerlidir.
[33] İngilizcede “whistleblower” olarak bilinen kavramdan söz ediyor. (Ç.N.)
[34] Time, 27 Mayıs 1996.
[35] Cuba Update, Mart 1980.
[36] Tüm alıntılar Washington Post gazetesindendir, 12 Nisan 1989.
[37] New York Times, 5 Nisan 1996.
[38] Washington Post, 28 Ağustos 1989.
[39] New York Tımes, 13 Mart 1990.
[40] PBS televizyon haberi, Haziran 1996.
[41] Newsday, 12 Nisan 1996.
[42] Monthly Review, Nisan 1996.
[43] San Francisco Chronicle, 25 Ağustos 1995.
[44] Toronto, Ontario, Kanada doğumlu ama kariyerinin büyük bir kısmını ABD basın kurumlarında ve Amerikan siyasetini yorumlamaya adamış gazeteci, köşe yazarı ve yorumcu. Farklı zamanlarda hem George Bush ve John McCain gibi Cumhuriyetçileri hem de Barack Obama ve Hillary Clinton gibi Demokratları desteklediği için Kuzey Amerika'da “ılımlı muhafazakar” olarak bilinen Brooks, yurt dışından bakıldığında aslında sapına kadar emperyalist ve kapitalist görüşleri yayan bir kiralık kalemdir. Kariyeri boyunca bu kadar tutarlı ve coşkulu bir biçimde ABD'nin sermayedar sınıfının sözcülüğünü yapan bu aşağılık adamın kendisine çok benzeyen Rus işbirlikçilerini övmesi kimseyi şaşırtmamalı. (Ç.N.)
[45] 1861-1865 yılları arasında süren Amerikan İç Savaşı'nın başlıca nedeni kölelik yanlısı Güney eyaletlerinin köleliği yasaklamaya yeltenen federal devlete ve Kuzey eyaletlerine karşı ayaklanmasıdır. Hiç kuşkusuz, ABD federal devletinin kölelik karşıtı tutumunun başlıca nedeni insancıl duygulardan çok Kuzey eyaletlerinin sermayedar sınıfının ucuz (kölelerden oluşan) iş gücüne sahip Güney eyaletleri ile daha iyi rekabet edebilme amacıdır. Buna rağmen, insanı mülk konumuna alçaltan kölelik kurumunu savunmak için savaş başlatan tarafı tutmak sadece bilgisizliğin ürünü olamaz. Aksine, tamamen bilinçli olarak insanlık tarihinin kazanımlarına düşmanca bakan ve bunları tersine çevirmek isteyen koyu bir gericiliğin göstergesi olarak anlaşılmalıdır—yazar Parenti'nin de göstermeye çalıştığı budur. (Ç.N.)
[46] National Review, 2 Mart 1992.
[47] Bkz. Andrei Sakharov, My Country and the World (Ülkem ve Dünya) (New York: Vintage Books, 1975), özellikle üçüncü, dördüncü ve beşinci bölümler. Bu konuyla ilgili ünlü gazeteci I.F. Stone ile 1987'de Washington'da yaşanmış bir anım vardır. İzzy (kendisini böyle çağırırlardı) Politika Araştırmaları Enstitüsü'nde (Institute for Policy Studies) Sakarhov'u cesurca demokrasiyi savunduğu için öven bir konuşma yapmıştı ve çizdiği profil Sakharov'un Amerikan basınındaki imajına dayanıyordu. Bu toplantıdan sonra Stone ile sokakta karşılaştığımda, ona (benim de desteklediğim) Sakharov'un ifade özgürlüğü hakkı ile Sakharov'un ifadesinin mürteci, CIA söylemi kokan (ve desteğimizi haketmeyen) içeriği arasındaki farkı gözden kaçırmamamız gerektiğini söyledim. Daha bitiremeden sözümü kesti ve “Sovyetler Birliği'nin kıçını silen insanlardan bıktım artık!” diye bağırdı, sonra da sert adımlarla uzaklaştı. İzzy Stone normalde kibar bir insandı ama Amerikan solundaki birçok kişiye olduğu gibi onun da Sovyet karşıtı saplantısı hem mantıklı tartışmayı hem de nezaket kurallarını elden bırakmasına neden oluyordu. Daha sonraki karşılaşmalarımızda benimle çok dostane bir tavırla sohbet etmiştir ama yukarıda anlattığım çıkışı için özür dilemek bir kez bile aklına gelmemiştir.
[48] New York Times, 7 Ocak 1989.
[49] Adı “dayanışma” anlamına gelen Solidarność, Polonya Halk Cumhuriyeti'ndeki bir tersane işçileri sendikası olarak başlamış ve bu ülkedeki antikomünist muhalefetin odak noktası olmuştur. Bu kimliğiyle 1990 yılında seçim kazanmış ve Polonya'daki komünist iktidarın sonunu getirmiştir. Her ne kadar bazı sol çevreler bu hareketi yerli bir işçi sendikası olduğu için “özgün” sosyalizmin bir savunucusu olarak görmüş olsa da, Solidarność'un ülke ve dünya tarihine yaptığı katkı nesnel olarak kapitalizmin ve emperyalizmin ekmeğine yağ sürmek olmuştur, tıpkı benzer muhalif örgütlerin dünyanın başka sosyalist ve antiemperyalist ülkelerinde yaptığı gibi. Katolik Kilisesi gibi son derece gerici bir kurumla olan sıkı fıkı ilişkileri bu işbirlikçi tutumun göstergelerinden biridir. (Ç.N.)
[50] Nation, 10 Eylül 1990.
[51] New York Times, 9 Temmuz 1996.
[52] Washington Post, 17 Nisan 1989.
[53] New Yorker, 13 Kasım 1989.
[54] Guardian, 23 Ekim 1991.
[55] New York Times, 1 Aralık 1989.
[56] Monthly Review, Aralık 1994.